Seyda ile bir anı

Kapıyı çaldığımızda görüşüp görüşmeyeceğimizi bile bilemiyorduk. Torunu olduğunu zannettiğimiz delikanlı bizi evin salonuna aldı. Hocaefendi’nin sonradan geleceğini tahmin ederek Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) önde bizler ardında salona girdik. Boyuna uzun odanın sağlı sollu duvarları boydan boya kütüphane ve itina ile dizildiği her halinden belli olanlar kitaplar. Odanın diğer ucunda camın kenarında önünde duran minderlerin üstündeki kâğıtlara kalemini bırakan Muhammed Emin Hocaefendi, yaşının da vermiş olduğu etki ile yavaş yavaş doğruldu ve bizlere hoş geldiniz dedikten sonra hemen ikramda bulunup bizleri buyur etti.

Tanışıp kaynaşmak sünnet elbette. Hâce Hazretleri’nden (kuddise sırruh) başlayarak tek tek hepimizle konuşup tanıştıktan sonra gayet mütevazı bir şekilde öz geçmişini anlatıp kendini de tanıttı. Hasbihalden sonra kalkacağımızı söyleyince arkadaşlarımızdan birine işaret edip -rahatsızlığı sebebiyle kalkamadığından- arkasındaki dolaplardan birinde bulunan kitaplardan her birimize birer tane vermesini söyleyerek başka bir sünnetinde ihyasıyla hediyeleşerek bizzat bizi uğurladı.

Bu girişten sonra şunu söylemek lazım ki Hâce Hazretleri’nin isim isim işaretiyle araştırıp bulabildiğimiz kadarıyla hayatlarına yer verdiğimiz bu sayfadaki mümtaz kişilerden az bir kısmını hayatta iken anlatabildik. Hayatta olanlar içinden de görüştüğümüz ender insanlar arasındadır Hocaefendi. Bunun için anlatırken yukarıda zikrettiğim ve toplamda bir saati geçmeyen bu görüşme hafızamızda tüm tazeliği ile yerini korumakta ve aşağıda anlatacaklarımızın omzuna yüklediği yükün adeta zahire yansımasından kamburlaşan sırtı, sünneti seniyyeye uygun kıyafeti ve piri fani duruşu ile siması hep gözümüzün önünde.

Yaklaşık yüz yaşında bir çınar Hocaefendi. Kendisindeki bu ilim aşkı ve öğrenme tutkusuyla birlikte bu arzuladıklarını elde etme gayretinin kelimelerle ifadesi neredeyse imkânsız. 1914 yılında Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin Kalaş köyünde dünyaya geldi. Babaları yörenin önde gelen isimlerinden ve zenginlerinden Hacı Zülfikâr Bey idi. Kendisinde bulunan ilim muhabbeti ile Hocaefendi’yi ve ağabeyi Ali Efendi’yi okutması için hususi hocalar tutup onları yetiştirmek için elinden gelen imkânı kullanmaya gayret etmiştir. Ancak ömrü vefa etmemiş, çocukları henüz elifba öğrenirlerken Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Belki ömrü daha uzun olsa evlatları en azından birçok sıkıntıyı çekmeden daha rahat ilimleriyle meşgul olabileceklerdi lakin kimbilir.

İşte 1925 yılında gerçekleşen bu vefattan sonra Hocaefendi için uzun ve meşakkatli bir dönemin kapılar aralanır.  Yetim kalan Hocaefendi artık çalışmak zorundadır ve Hz. Peygamber başta olmak üzere enbiya-yi kirâm hazeratının sünnetlerine ittiba ile çobanlık yapma başlar. Dağlarda işini yaparken kendi kendine Osmanlıca alfabeyi çözerek okuma yazmayı öğrenir.

Cenabı Hakk’a her zaman Kurân-ı Kerim okuyabilmek ve ilim öğrenmek için gözyaşlarıyla dua etmekte olan Muhammed Emin Er Hocaefendi kendilerinden istifade edilebilecek hangi ilim ehlini işitmişse “Acaba ondan da bir şeyler öğrenebilir miyim, bana yardımcı olabilir mi?” düşünceleriyle onun peşine düşmüş, görüşmüş ve fikir alışverişinde bulunmuş, mümkünse ona talebe olmuştur. Hatta bu uğurda -o zamanda vasıta imkânı bu kadar gelişmiş değil- yaya olarak çok uzak bölgelere sefer etmiştir. Hakiki olarak arzuladığı ilmi ahzedebileceği kimseler bulunduğu yörede pek fazla yoktu yahut olanlar da rejimin şiddetle uyguladığı eski yazı öğrenme ve öğretme (Bu Kur’ân bile olsa yasaktı ki hayvan barınaklarında, samanlıklarda Kur’ân öğrenildiğini yahut Mushafların saklanıldığını hemen hepimiz işitmişizdir.) yasağı yüzünden kendi çocuklarını dahi okutamaz hale gelmişlerdi. Bunun için Suriye’ye gitmeye karar vermiştir. Ancak bu tarihlerde sınırdan geçmek yahut pasaport almak pek zahmetli bir iş zaten.

Suriye’ye gitmek için yola çıkmış, bu uğurda önce Gaziantep’e gitmiş ancak oradan sınırı geçme imkânı bulamayınca Adana’ya oradan İstanbul ve Bursa’ya gidip tekrar Adana’ya döndü. Zaten imkânsızlık yüzünden meşakkatle bu beldelerde bulunan Hocaefendi, hayatta kalabilecek kadar yiyip içmek için buralarda çeşitli hizmetlere girdi. Yedi sene süren bu zorunlu, bir o kadar da meşakkatli yolculuktan sonra sılayı rahim için tekrar memleketine döndü.  Kısa bir müddet sonra Suriye’ye ilim tahsiline gidip bir müddet orada kaldı. Tekrar memleketine döndü ve ilim tahsiline burada devam etti.

25 yaşlarında burada da asıl ilim tahsiline başlayan Hocaefendi, medreselerde altı-yedi yılda öğrenebilinen dersleri bir yıl gibi kısa bir zamanda ahzederek arkadaşları arasında fark edilmiş ve en kısa zamanda onların arasından tefeyyüz etmiştir.  1950 yılında eş-Şeyh Muhammed Maşuk b. Şeyh Muhammed Masum’dan gördüğü ilimlerin hepsinden (Fıkıh, Tefsir, Ferâiz, Tecvid…) icazet aldı.

Tasavvufi yönden de kendisini yetiştirmiş olan Hocaefendi Cizreli meşhur Allahdostu merhum Şeyh Muhammed Saîd Seyda el-Cezerî’den amelî icâzetini (halkı irşad izni) aldı.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini de gören Seyda ona talebe olmak istemiş, Üstad Hazretleri onu has talebeliğine kabul etmekle beraber kendisinin takip edilmemesi ve devlet tarafından fişlenip rahatsız edilmemesi için onu yanında tutmamıştır.

Dünyanın hemen her yerindeki Müslüman coğrafyayı neredeyse karış karış gezdi. Hem Avrupadaki, hem Amerikadaki, hem Afrika, Ortadoğu, Orta ve Uzak Asyadaki Müslümanların ahvaline şahit olmak için seyahatler düzenledi. Yaklaşık on bir ay süren bu seyahatte dünyanın her yerindeki Müslümanlar hakkındaki kanaatlerini zaman zaman sevenleri ile paylaştı. Mesela Tebliğ Cemaati hakkında;

“Pakistan’da Tebliğ Cemaatini ziyaret ettim. Bunların gayesini imanda yakin hâsıl etmek, Allah’ın emirlerini ifa, nehiylerinden kaçınmak ve talebe yetiştirmek olarak tesbit ettim.” şeklinde yorumlarda bulunur.

Afganistan’daki mücahitlerin içinde bulunduğu günleri ise şu şekilde anlatıyor;
“Ramazan günleri idi. Güneş tepemizde. Mücahidlerin hepsi oruçlu. Üzerlerinde ağır teçhizat var. Rusların topları 15 km’lik, mücahidlerin ki 10 km. Buna rağmen Allah mücahidlere nusrat veriyor. Mücahidlerin hali çok perişan. Yemeklerinde yağ yok. Üstleri başları perişan. Bir aylık mesafede cepheler var. Buralara yaya gidiyorlar. Yiyecekleri bitince ot yiyorlar. Afganistan cihadı, Allah’ın lütfü ile devam ediyor.”

Halen Ankara’da ikamet etmekte olan Hocaefendi ilim tahsilinden sonra imamlık, vaizlik, tebliğ ve İslam’a davet gibi resmi yahut fahri hizmetlerle meşgul olduktan sonra halen evinde taliplilerine ömrü kifayet ettiğince ders vermeye gayret etmektedir. Cenabı Hak kendilerine hayırlı, uzun ömürler ihsan eylesin ve adetlerini artırsın inşaallah. Âmin.

Bu ayki yazımızı hazırlarken; milligorusforum.biz adresinden, Altınoluk Dergisi 22. Sayı, ve Hocaefendi’nin kitaplarındaki hal tercümelerinden faydalanmış bulunuyoruz. Emeği geçenlerden Rabbimiz ebediyyen razı olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ’NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir