Sadrettin Yüksel ve Bediüzzaman
Tahsilimi tamamlamama medreselerde okunan en son kitap olan Şerh’ul-Akaid kitabı kalmıştı. Onun da dörtte birini daha önce okumuştum. Kaldığım yerden derse başladık. Gayem kitabı incelikleri ve nükteleri ile detaylı bir şekilde okumaktı. Fakat baktım hocam o kadar incelemeyi sevmiyor. Kabataslak olarak zaten biliyordum. Sadrettin Yüksel Hoca’ya “Daha ziyade senin ilminden istifade etmek için geldim” dedim.
-Ben nahiv kitaplarından ders vermem. Üstad Bediuzzaman’ın kitaplarından istersen okuyalım, dedi.
Bunun üzerine, İşaretul İcaz, Zülfikar Mecmuası ve Felekiyat ilmini konu alan Veciz adlı kitaplardan birer ders olmak üzere yanında okumaya başladım. Risale-i Nur’u okutmaya çok hevesi vardı. Üstadın sözüne çok itimat ederdi.
Ben tabi ki daha evvel de merhum Bediuzzaman’ı çok işitirdim. Fakat tafsilen bilmiyordum. Sadrettin Hoca’dan Üstad’la ilgili daha fazla bilgi isteyince bana anlatmaya başladı:
-Ben Isparta’ya üstadın ziyaretine gittim. Fakat gayem ondan icazet almaktı. Kendisine dedim ki sizden icazet almak istiyorum. Kabul etmedi. Yanında bir ders okuyayım, dedim. Onu da kabul etmedi. Ben okuyayım sen dinle dedim. Onu da kabul etmedi. Beni kendine talebe kabul et dedim, “Kabul ettim” dedi. Elhamdülillah buna sevindim. Bu konuşma ayakta oldu. Bana otur teklifinde bulunmadı.
Bu konuşmadan sonra Diyarbakır’a döndüm. Müftü Halil Efendi ile görüştüm. Kendisine üstadı methu sena ederken Müftü Efendi:
-Üstad Kadı Beydâvi kadar değildir, dedi. Ben de kendisine;
-Sen git Kadı Beydavi’yi Alem-i Berzah’tan getir. Benim üstadı getirmem icap etmiyor. Ben onun talebesiyim. Eğer “Min’en-nâsi men âmene billâhi vel yevmi’l-âhiri” ayeti hakkında Beydavi’nin zikrettiği nüktelerden daha ziyade nükteler etmezsem bil ki Beydâvi daha âlimdir. Senin dilinle kalbin bir değildir, dedim. Yani “münafıksın” demek istedim.
Bunları anlatıp sözlerini bitirince, Üstadın kitaplarını nereden bulabileceğimi Sadrettin Hoca’ya sordum.
-Elazığ da emekli binbaşı Hulusi Bey var. Onun yanına gidersen o sana bulur, dedi.
Üstad Bediüzzaman’ı Ziyaret
Üstad Said Nursi’nin talebelerinden Hulusi Bey’e mektup gönderip Bediüzzaman’ın kitaplarından istedim. Risale-i Nurla ilgilendiğimden dolayı beni tebrik etti.
– Sana yakın iki adres gönderiyorum. Kitapları oradan sor, diye cevap yazdı. Adreslerin birisi Bitlis’li manifaturacı Yusuf Efendi’nin, diğeri ise emekli Yüzbaşı Mehmet Kayalar’ındı. Her iki adresten de sordum ancak Risale-i Nur’ları elde edemedim. Mehmet Kayalar benden adres istedi.
– Kitapları Urfa’dan getirtir sana gönderirim.
Bir müddet bekledim kitaplar gelmedi. Emekli Malatya müftüsü olan Feyyaz Yaşar Efendi, o zaman yanımda Muhtasar’ul- Meani kitabını okuyordu. Memleketi olan Kulp’a ziyarete her gittiğinde, Mehmet Kayalar’ın sohbetinde bulunur, dönüşte bana onu methu sena ederdi. Nihayet bir gün Feyyaz Bey’le beraber Diyarbakır’a gittiğimde ben de Mehmet Kayalar’a uğradım. Mehmet Kayalar beni görünce cemaatine dönerek dedi ki:
-Çok mahcup oldum. Daha önce bu zata bazı kitapları getirteceğime dair söz vermiştim, şimdiye kadar getirtemedim. El yazması Sikke-i Tasdiki Gaybiyye ile Beşinci Şua isimli kitapları bana hediye etti. Hacı Muzaffer Bey de Mektubatı emaneten verdi. Bu kitapları mütalaaya başladım. Kalbime geldi ki; bu mübarek zata muasırız! Onunla aynı devirde yaşıyoruz. Ama kendisini daha görmedim. Sonra “onu niye ziyaret etmedim” diye üzülür, müteessir olurum.
Eserlerinni okudum ve Üstadı ziyaret etmeye karar verdim. Mehmet Kayalar’a giderek dedim ki:
-Ben Üstadın ziyaretine gitmek istiyorum.
Mehmet Kayalar, oradaki cemaatle istişare etti, “gitsin mi?” diye sordu. “Gitse daha iyi olur.” dediler. Mehmet Bey de;
-Peygamberi gören sahabi oldu, görmeyen tabiin oldu. Görenle görmeyen bir olmaz. Yarın sana bir mektup vereyim üstada ver. Ben de, Diyarbakır’dan ayrılmak için izin istiyorum. Üstad’a bu maruzatımı da söyle, dedi.
Ertesi gün, sabahleyin yine Mehmet Bey’le görüştüm. Bana, bu gece Üstad’dan mektup geldiğini, ziyaretçi kabul etmediğini, ziyaretçi gelmemesini yazdığını söyledi. Üstad’ın bu mektubu üzerine bir değerlendirme yaptık. Sonra şu karara vardık: Bizim Üstad’ı ziyarete gitme ile ilgili kararımız, mektup gelmeden evvel olduğu için bugün gitmemiz, emre muhalefet, itaatsizlik olmaz.
Trene bindim Isparta’ya doğru yola çıktım. Orada, Nur Boya isimli bir mağazaya gittim. Sahibi Üstad’ın talebelerindendi. Kendisine dedim ki:
-Ben Diyarbakır’dan Üstad’ın ziyaretine geldim.
-Üstad dün Eğridir’e gitti. Eğridir’de çakmakçı Ali Cengiz’e misafir olur, dedi. Ben hemen otobüse binip Eğridir’e Ali Cengiz’in evine gittim. Kendisine geliş gayemi anlattım.
-Dün gece Üstad burada idi. Bugün onu motorla Barla’ya yolcu ettik, gitti. Onu yolcu ederken bir ara abdest alıp başımda şapka ile iki rekât namaz kıldım.
Üstad bana:
-Ali sen bizden dolayı işinden geri kaldın. İşine gitmediğinden dolayı uğradığın eksiklik ne varsa ödeyeyim. Fakat şapka ile namaz kıldın bununla elde ettiğin manevi zararı ise ödeyemem” dedi.
Ben de kendisine dedim ki:
-Üstad’ım! Sizinle olan bu beraberliğim beni fazla meşgul edip, işimi aksatmadı. Bu birlikte olduğumuz zaman benim için bir teneffüs gibidir. Maddi bir ziyanım olmadı. Üstad, 7,5 lira olan motor parasını kendisi verip motora bindi. Oturunca;
-Oh ne kadar güzel maşallah. Bununla Amerika’ya kadar gitsen aciz olmam, dedi. Sonra motor hareket etti. Biz de evlerimize döndük.
“Üstad bir şey yemezdi ki!..”
Akşam yemeğine Ali Cengiz Bey’de misafir olduk. Yemekten sonra bana;
-Bir dua okumaz mısın? dedi. Bizde yemekten sonra dua okumak adet değil.
-Üstad yemekten sonra dua etti mi? Diye soruyla karşılık verdim.
Ali Cengiz Bey şu cevabı verdi:
-Üstad bize misafir olur, fakat bizimle sofraya oturup yemek yemez. Çünkü o pek bir şey yemek, insanlara da yük olmak istemez. Gece beraberinde ne varsa ondan yer.
Ev sahibinin, 10-15 kişi kadar oturmaya gelen komşuları, arkadaşları vardı. Beraberce sohbet ediyorduk. Ali Bey bizlere hizmet ile meşgul iken orda bulunan kişiler ev sahibi hakkında şunları söylediler:
-Ali daha evvel içki içerdi. Namaz kılmazdı. Risale-i Nur talebesi olduktan sonra içkiyi terk etti ve namaza başladı. Osmanlıca yazıyı öğrendi. Risaleleri yazmaya başladı. Hatta Üstad bile kendisine misafir oluyor. Geçen gece müftüden bahsedilirken bazıları dediler ki “müftü Ali’nin dostudur. Üstad ise şunları söyledi:
-Ali müftünün dostudur. Ali benim dostumdur. Benim dostumun dostu dostumdur. Daha sonra bazı şeylerden bahsedilirken Üstad: “Ben hakkımı herkese helal ediyorum. Hatta bana zehir içirenlere dahi! Fakat iman şartı ile” dedi.
Sohbet bitince herkes dağıldı. Sabahleyin Ali torba içinde bir francala ekmek getirdi.
-Üstadın yanına gittiğinde ona verirsin. Ali gönderdi dersin. Çünkü o lokantaya gitmez. Kimsenin ekmeğini de yemez. Sana ekmeğin parasını verirse al.
Ev sahibimiz, benimle beraber motora kadar geldi. 7,5 lira motor parasını verdik. Motora bindim ayrıldım. Barla’ya yaklaşılınca bir kalabalığı su kenarında, motoru bekler gördüm. Motor kıyıya yanaşıp indiğimizde o kalabalıktan birisi bana;
-Nerelisin? dedi.
-Diyarbakırlıyım, dedim.
-Nereye gidiyorsun?
-Barla’ya gidiyorum.
-Barla’ya niçin gidiyorsun?
-İşim var, onun için gidiyorum.
-Ben biliyorum. Sen o zatın ziyaretine gidiyorsun. O ziyaretçi kabul etmiyor. Çok üzmeyin onu.
Meğer benimle konuşan belediye başkanı imiş. Sonra dedi ki:
-O bugün kara yolu ile Isparta’ya gitti.
Beraberimdeki arkadaşlar “kulak asma dediler.” O belediye başkanının yalan söylediğini ima ettiler. Kalabalıktaki çavuş rütbeli bir şahıs ta “gitti” deyince o zaman arkadaşlarım, Üstad’ın Isparta’ya gittiğine inandılar. Bana:
-Bu gece bize misafir ol. Nahiye müdürü Isparta’ya gitmiş. Yarın dönecek. Onun geleceği araba ile seni Isparta’ya göndeririz, dediler. Bunlar ticaretle uğraşan ve benimle Eğridir’den motorla Barla’ya gelen bir grup yol arkadaşım idiler.
-Ben, daha erken gitmek istiyorum, dedim. Onlara teşekkür ederek motorla geri döndüm. Yol arkadaşlarım, motorcuya:
-Bundan dönüş parası alma, dediler.
Dönüşte motora binenlerden beyaz sakallı kısa boylu biri benimle konuşmaya başladı:
-Ben bu nahiyenin imamıyım. Bazen Üstad’la beraber bağa giderdik. Bazen bir iki habbe üzüm koparırdı. “Bunları yiyeceğim bedeli ne kadarsa vereceğim.” derdi. Para yerine küçük risaleler verirdi. Hediye kabul etmiyordu. Eğer etseydi bu Barla nahiyesi tümüyle şimdi kendisinin olurdu. Bazen yabana giderdik. Bazen otlara, çiçeklere çok dikkatli nazar ederdi. Sık sık gözlerinden yaşların aktığını görürdüm. Bu zat memleketimize gelmeden evvel gelirimiz bize yetmiyordu. Bu mübarek takriben elli beş seneden beri memleketimize ayak basmıştır. O zamandan beri gelirimiz bize kâfi geliyor, hatta artıyor dışarıya da veriyoruz. Mübarek ilim doludur, bize bereket getirdi.
İmamın dediklerini dikkat ve heyecanla dinledim.
Üstad’ın huzurunda…
Eğridir’e dönünce ben tekrar Ali’nin evine gittim. Üstadın Isparta’ya gittiğini söyledim. Verdiği ekmeği kendisine iade ettim. Günlerden de Pazar günü idi. Ali çarşıya gitti geldi. Isparta’ya bir otobüsün gitmekte olduğunu söyledi. Hemen o otobüsle Isparta’ya gittim. Doğruca Nur Boya mağazasına gittim. Oraya üstadın hizmetinde bulunan Ceylan isimli bir şahıs geldi. Ona üstadın ziyaretine geldiğimi söyledim. Gitti geri geldi. Elinde bir mendil içinde bir şeyler vardı.
-Uzaktan beni takip et. Çünkü tarassut (gözetleme, takip) var seni görürlerse tutuklarlar, dedi.
Elindeki mendil işaret oldu. O mendile bakıp, onu kaybetmeden takip ettim. Sokakları döneceği zaman bana bakardı kendisini görebileceğim mesafede ve konumda ise sokağı dönerdi. Bir müddet böyle gittik. Nihayet bir kapıdan içeri girdi. O istikamete doğru gittim. Baktım kapıyı tam kapatmamış yarı açık bırakmış. O zaman şapka kanunu sıkı bir şekilde uygulamada olduğu için başımda şapka vardı. Onu çıkarıp takke giydim. İçeri girdim. Sekiz-dokuz basamak yukarı çıktım. Merdiven başında sağlı sollu iki oda vardı. Ceylan isimli şahıs sağdaki odaya girdi. Oradan Zübeyir çıktı. Meğerki sol taraftaki oda, üstadın kaldığı oda imiş. Zübeyir’le beraber üstadın odasına girdik. Soldaki odada, bir duvarlara, bir yere, bir de Üstad’a nazar ettim. Duvarlarda asılı, yerde serili bir şey görmedim. Sadece tahtadan ibaret, üzerinde yatak serili üstadın oturduğu bir sedir vardı. Yorganı göğsüne doğru çekmişti. Her iki kolunu da dirseklere kadar sıvamıştı. Yorganın dışında idi.
Başında bir külah, renkli bir kefiyede aşağıdan yukarıya doğru kıvrılmış durumdaydı. Sakalı makine ile tıraşlı gibiydi. Bıyıkları yanaklarına kadar uzundu. Saçları külah altından dört parmak kadar çıkmıştı. Cüssesi iri, parmakları uzun fakat zayıftı.
Heybetli bir sesle bana:
-Nerelisin? Diye sordu.
Cevap verdim.
Bana birçok kişileri sordu. Onu da “bilmiyorum” dedim.
-Mehmet Kayaları tanır mısın?
-Tanırım
-Niçin geldin?
-Ziyaretinize geldim, hem de bazı sorulacak sorularım var.
-Sorulara cevap vermeye vaktim yok. Rahatsızım. Risale-i Nur’a baksaydın belki de cevabını bulurdun.
Daha sonra Zübeyir’e;
-Bir minder getir, dedi.
Getirince başucuna sermesini işaret etti. Zübeyir minderi serdi. Bana “otur “ dedi. Zübeyir’e,
-Sen de otur. İşitemediğim olursa anlatırsın.
Sonra bana:
-Soruların nedir? Ben de dedim ki:
-Bizim memlekette imamlık yapanlara halk zekât veriyor. Bunda şüpheliyim. Zekâtla mı imamlık yapalım yoksa maaşla-ücretle para mukabili mi imamlık yapalım? Veya başka bir iş mi yapalım?
Üstad cevap verdi:
-Ücrette minnet vardır, vatandaştan ücret almayın. Zekâtta ise minnet yoktur. Zekâtta zenginler vekil gibi, müstehaklar ise iyal gibidir. Minnet edecek durum yoktur. Yalnız pazarlık yapmayın, gönül de onlara bağlı olmasın. Mal Allah’ındır. Onların eli üzerinden, onların vasıtasıyla gönderiyor. Talebelere ders verin. Başka sorun var mı?
-Evet vardır. Şeyh Seydâ el-Cezeri bana tarikatta hilafet verdi. Ben kendimi ehil göremiyorum. Eğer bunda mesuliyet varsa özür göstereyim. Kabul etmeyeyim, dedim.
-Şeyhin kimdir? Kim sana halifelik verdi?
-Şeyh Seydâ
-Şeyh Seydâ kimin oğludur?
-Şeyh Ömeri Zengani’nin oğludur.
-Aslen nereden gelmedir?
-Aslen Bağdat’tan gelmedirler.
-Aşirine (aşiretine) ne diyorlar?
-Araplar aşiri diyorlar.
-Şeyh Seydâ kimin halifesidir?”
-Dayısı Şeyh Mehmet Nuri’nin halifesidir.
-Şeyh Mehmet Nuri kimin halifesidir?
-Şeyh Ömeri Zengani’nin halifesidir.
-Cizre şimdi Türkiye’de mi? Suriye’de mi?
-Türkiye’dedir.
-Şeyh Seydâ İrşada çıkıyor mu?
-Evet çıkıyor.
-Hükümetle alakası nasıldır?
-Seviliyor.
-Risale-i Nur’la alakası var mıdır?
-Türkçe bilmez fakat Üstad’ın Arapça risalelerinin tümü yanında mevcuttur.
-Ehli tarikat daha ziyade imanla alakadardırlar. Ben Şeyh Seydâ ile iki cihetle alakadarım. Hem selâm ederim hem de tebrik ederim. Sana vermiş olduğu vazifeyi yap. Fakat hediye kabul etme. Hediye hilafı şeriat değildir. Fakat ihlâs yoktur. İktisat edin. Başka sorun var mı?
-Ulumu Arabiyi (Arapça ilimleri) bitirdim. İcazet aldım. Bundan sonra ne yapalım?
“Seni has talebem kabul ettim”
– Ben seni has talebelerimden kabul ettim. Ders verin. Risale-i Nuru okutun. Risale-i Nur bana hacet bırakmamış. On beş gün seni misafir etmek isterdim. Fakat üzerimizde tarassutlar var. Bilseler ki şarktan bir âlim gelmiş, inceden inceye tahkikata başlarlar. Ben zaten ziyaretçi kabul etmiyorum. Geçenlerde Menderes Vali ile beraber ziyaretime gelmek istediler, ben kabul etmedim. Biz hastayız, yatakta yatıyoruz. Onlar bizden korkuyorlar. Mehmet Kayalar’a söyle Diyarbakır’dan gitmesin. Diyarbakır merkezdir. Çok şa’şaa etmesin. Sen hemen bugün dön. Paran yoksa sana para vereyim. Soran olursa ziyarete geldim deme. Ticarete geldim de.
Elini öptüm. O da benim elimi öptü. Ağlayarak ayrıldım.
Dışarıda saate baktım 45 dakika konuşmamız olmuş. Dönüş için istasyona gittim. Tren hazırdı hemen bindim. Gece gündüz gelerek Diyarbakır’a yetiştim.
Üstadın “şa’şaa etmesin. Diyarbakır’da kalsın” talimatını Mehmet Kayalar’a bildirdim. Mehmet Kayalar bana:
-Konya’da indin mi? dedi.
-Hayır, dedim.
-Üstad’dan mektup geldi. Senden bahsediyor. Onun için Konya’da indiğini zannettim.
Ben, mektubun önce nasıl geldiğine hayret ettim. Akıl erdiremedim.
“Üstad; asrımızdaki firavunların Musa’sıdır”
Merhum üstadın selam ve tebrikini mektupla Şeyh Şeyda’ya bildirdim. Bilahare de kendim gittim. Şeyh Seydâ o iki kelimeye çok manalar verdi. Daha başka ihtimaller de vardır dedi. (Selam ve tebrik kelimelerine)
O esnada bazıları:
-Şeyhim, Risale-i Nur’u okumak faydalı mıdır? diye sordular.
Şeyh Efendi:
-Evet, elbette faydalıdır. Hakikattirler, dedi.
-Peki onların toplantılarına, medreselerine gidebilir miyiz?
Şeyh Efendi:
-Evet gidebilirsiniz.
-Mani olmazsa ben de oturur, dinlerim.
-Ziyaretine de gidebilir miyiz?
-Evet gidebilirsiniz. Mânia olmazsa ben de gider ziyaret eder dua talep ederdim.
Müridler sormaya devam ettiler:
– Üstad Said Nursi’nin bazı talebeleri onun için “mehdi” diyor. O gerçekten bir mehdi midir?”
Seyda’mızın cevabı çok güzel oldu:
– Hadislerin zahirine göre Mehdi-i Muntazar değildir. Fakat selefi salihin ulemaları gibi bir âlimdir. Cenabı Hak asrımızda onu göndermiştir. Bazı firavunların Musa’sıdır.
Biz de sizin gibi imanlılara “Mus” gibiyiz. (Mus; Ustura, saç traş eder, temizler) Biz namaz kılmayanlara “namaz kılın” içki içenlere “içmeyin” deriz. Muhataplarımız mümindirler. Bizim vazifemiz böyledir. Onun vazifesi ise öyledir. Herkes vazifesini yapmış oluyor.
*
Şeyh Seyda’nın Mehmet Emin Er Hocaya Üstad Bediüzzaman’la İlgili Gönderdiği Mektup
Bismihi sübhanehu
İlmiyle amil, kalbi selim ve güzel huy sahibi apaçık sırat-ı müstakimi yol edinmiş, kerim kardeş eş-Şeyh Molla Muhammed Emin! Allah onu koruya, afiyet vere ve bereketlendire, amin.
Esselamü aleyküm ve rahmetullah. Sizden dua taleb ediyoruz. Fazl ve kereminizden istimdad ediyoruz. Kendimize ve kardeşlerimize, Allah’ın emrini ta’zim etmelerini, onu her şeye tercih etmelerini tavsiye ediyoruz. Çünkü bunun dışındaki hiçbir şey fayda vermez, sonuç getirmez, hayır yoktur, hidayete de erdirmez. Menfaat veren, hidayete erdiren bizzat O’dur. Ondan başka da yoktur. Çünkü başkalarında yorulma olur, abesle iştigal vardır, zarar vardır. Mutlaka terk edilmeli ve toptan atılmalı. Ne dururken, ne de hareket ederken hatıra getirilmemeli. Fena, ancak O’nda, beka ancak O’nunladır. Gerisi zarar ve şerdir. Noksanlık ve hüsrandır. Kamil akla muhalefettir. Belki de serapa ahmaklıktır, cehalettir ve sapıklıktır. Hakkın dışında, sapıklıktan başka ne olabilir ki? Allah, bizleri muvaffak eyleyip, rüsvay eylemesin. Kerim O’dur. Mennan O’dur. Rahman ve Rahim olan O’dur. Büyük fazl u kerem sahibi, ihsan sahibi O’dur.
Ayrıca, bize üstazın (Bediüzzaman) selam ve tebrikini ve ihsanını belirten mektubunuz ulaştı. O üstaz ki: fazileti meşhur, kadr u kıymeti büyük, ilmi derin, yüce imam-ı hümam ve şeyh olan, vasıfları belirtilen zat-ı kerim’in selamı, bizim için bayram olur. Allah izzetini, şerefini, yükseklik ve derecesini artırsın. Ziyadesi olmayan bağışlayıcılığını her iki dünyada da versin. Amin.
Selamına karşılık “Aleyna ve aleyke ve aleyhisselam (bize, sana ve ona selam olsun)” diyerek cevap veririz.
Tebrike gelince, bu onun faziletidir ve ondan kaynaklanmaktadır. Her iki halde de fazilet onundur.
“Benim onunla her iki cihetten alakam var.” sözüne gelince; bu hayırlı bir kelimedir. Hoş bir sözdür. Hoş kelime ise sadıktır. Onun için ikram etti. Çok değişik manaları ve ihtimalleri vardır ki, duyan kişi, dilediği manaya ve ihtimale yorsun. Lakin muvafık ve makbul olan, muhalifi bulunmayan mana budur vesselam.
Allah, geniş rahmetiyle rahmet eylesin ve uçsuz bucaksız cennetine koysun.
“Benim onunla her iki cihetten alakam var.” sözünden, şu miskinin ümidi şudur: O son derece faziletli zatın bu miskinin hem dünyasına, hem de ahiretine dua etmesi, aynı zahir ve batında nazargâhı olması, gözünün bu miskin üzerinde bulunmasıdır. İnşallah, Allah ona bol mükafatlar versin, amin. Yine de en iyisini bilen Allah’tır. En Rahim, en Kerim ve en Hakîm olan O’dur, vesselam
Yaptığınız telif esere gelince çok iyidir. İnşallah faydalı olacaktır. Sizinle bir araya gelme şerefine nail olunca, bir takriz yazarız vesselam.
Bediüzzaman Said-i Nursi’nin vefatı
Bilahare merhum Üstad vefat ettiği zaman Urfa’ya ben de gittim. Fakat cenazeye yetişemedim. Kendisiyle gelen talebeleri ile görüştüm, dediler ki:
– Üstad bir gün bize, “Arabayı kontrol edin. Uzak yola gidebilir mi? Bakın” dedi.
Kontrol ettik. Kaç gün sonra birlikte arabaya bindik. Nereye gideceğini anlayamamıştık. Her zaman arabaya binip yola giderken bize “Yavaş sürün, yavaş sürün” derdi. Bu defa ne kadar hızlı sürdüysek “Daha çok hızlı sürün” diyordu. Uçar gibi gidiyorduk. Urfa’ya gideceğimizi sonradan yolda öğrendik. Arkamızda Emniyet, “Said-i Nursi gitmiş” diye alarma geçti. Telefonlar yağdırıldı. Fakat Urfa’ya gelinceye kadar bizi bulamadılar. Üstad hasta idi. Lakin namazlarını oturarak değil hep ayakta kılıyordu. Urfa’ya ulaştığımızda önce İbrahim Halil Dergâhına gitti. Oradan koltuğuna girerek otele gittik.”
Ben daha sonra geniş bilgi almak için Üstad’ın kaldığı otele gittim…