Siirt’te Hafız Haydar Efendi’den Kur’an Dersleri
Siirt’te Kurra’lar var. “Onların yanına gidip okuyayım” diye düşündüm. Çünkü Mısır’a gidip okuyacağım diye, Kur’an’ı Kerim’i kıraat ve tecvit üzere okumadan bu ilimleri okuyordum. Siirt’te bulunan Şeyh Mustafa ismindeki Hazret’in halifesi ile görüştüm. Bana:
– Burada Hacı Hafız Haydar Efendi isimli zat vardır. Tecvit üzere Kur’an’ı en iyi bilen odur. Benim oğlum da onun yanında okudu. Sen de onun yanında oku, dedi.
Bunun üzerine kendisine dedim ki:
– Hafız Haydar Efendi’nin yanında Kur’an okurken sizin yanınızda da Şerh’ul-Akaid’i okuyabilir miyim?
– Ah evladım, ben ihtiyarım. Gözümün ışığı azalmıştır. O gibi kitapların yazılarını fark edemiyorum, dedi.
Hafız Hacı Haydar Efendi’nin yanına gittim. Devlet tarafından görevliydi. Hafızlara ders veriyordu. Bana da ders vermeyi kabul etti. İmamlık yaptığı camide bana bir hücre verdi.
– Burada yatar, medreseye gelip ders alırsın, dedi.
Kendisi üç yüz hafız yetiştirmişti. Hafızlıkta o kadar kuvvetli idi ki birisiyle konuşurken dahi bir hafız yanlışlık yapsa hemen fark eder ve ikaz ederdi:
– Yanlış okudun, şöyle oku.
***
Orada kalıyordum ama yeme içme işinde bana kimse yardımcı olmuyordu. Kendi imkânımızla ihtiyacımızı karşılıyorduk. Bende, beş ya da yedi buçuk lira vardı. “Bu para ile burada kalamam, en iyisi geri döneyim.” diye düşünmeye başladım ki, sonra bunun çok yanlış olacağına kanaat getirdim. Bu özür olamazdı. Param yettiği zamana kadar okurum. Sonra “Ya Rabbi mazeretimi biliyorsun” diye dönerim dedim ve okumaya başladım.
Hoca Efendi üç gün boyunca, bana Kur’an’dan günde bir sayfa ders verdi. Ben hocaya, zamanımın azlığını ve daha fazlasını alabileceğimi anlattım. O zaman;
-Sen günde bir cüz oku, ben dinlerim, dedi.
Öyle yaptık. Günde bir cüz okurdum. Hoca dinlerdi. Beğenmediği yerleri düzelttirirdi. Okuduğum bir cüzü her gün on defa tekrar ederdim.
Fırına gider ekmek alırdım. Bazen peynir ile bazen yavan olarak yerdim. Sonra da Şeyh Şerafeddin’in yanına gider, Şerh’ül-Akaid dersini okurdum. Zaman zaman da Şeyh Zeynel Abidin’in yanına gider harflerin sıfatı ve mahreçleri dersini alırdım.
Bereketli ekmek ve peynir
Bir gün fırına gidince orayı kapalı gördüm. Diğerlerine gittim onlar da kapalı idi. Siirt’te dört fırın vardı. Hepsine gittim, hepsi de kapalıydı. Sebebini sordum. “Ekmeğe zam yapılması için kapatmışlar” dediler.
Her günkü gibi özel hücreme döndüm.
Aç karnına Kur’an’daki derslerimi tekrar etmeye başladım. Daha derse yeni başlamıştım ki, kapı çalındı. Baktım ki tanımadığım ve daha önce hiç görmediğim bir kişi elinde büyük bir sini kabı ve üzerinde de büyük bir ekmek olduğu halde bana uzattı. Ben de aldım odaya götürdüm. Ekmeğin altına baktım. Otlu peynir var.
Gözlerim yaşla doldu. Kendi kendime “Ya Rabbi bu hilaf-ı adet oldu. Başka günlerde böyle bir şey olmuyordu. Bugün aç kaldığım için sen bana bunu gönderdin. Sen bizi unutmuyorsun. Biz ise seni unutuyoruz.” diye düşünerek hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Akşam namazından sonra, cami cemaatinden Hacı Cemil isimli şahıs, akşam yemeklerini bundan sonra kendisinin, evinden göndereceğini söyledi. Bundan sonra o kişi devamlı akşamları yemek gönderdi. Yemeğin bir kısmını akşam yerdim. Bir kısmını sabaha bırakırdım. Yemek bazen sabaha kalmazdı. Bazen az kalırdı. Fakat acıktığım zaman daha evvel gelen ekmek peynirden az bir şey yiyince doyardım.
O peynir ekmek hiç bitmedi. Bu durum haftalarca devam etti. Otuz üç gün tamam olunca ben de Kur’an’ı bitirdim. Eve dönmek üzere tren istasyonuna gittim. Treni beklerken acıktım. Peynir ekmekten biraz yedim ve hemen doydum. Daha sonra trene bindim.
Bismil kazasında indim. Orada tanıdığım bir kişiye misafir oldum. Ekmek hadisesini onlara söyleyince:
– O Hızır Aleyhisselam’dır, dediler.
Ve bendeki ekmek, peyniri aldılar. Tebariktir deyip çoluk çocuk toplanıp yediler. Oradan evimiz bulunduğu köye gittim. Param bitmeden böylece eve döndüm.
Her yönüyle bereketli bir dönem geçirmiştim.
Norşin
1951 yılında Nurşin’e gidip bir sene kadar kalmak, bitirmem gereken bazı kitapları okumak ve oradan icazet almak, ayrıca o zaman orada bulunan Molla Sadrettin’den de istifade etmek kararı aldım. Çünkü Nurşin’de büyük âlimler, şeyhler vardı. Bu zatlar aynı zamanda bana ders veren ve kendilerinden icazet almam gereken her iki hocamın da şeyhleri idiler. Onlardan icazet aldığım takdirde hocalarımın kalbi kırılmazdı. Bu düşüncelerle Nurşin’e gittim.
Nurşin’de adeta orayı temsil eden Şeyh Mahsum’un yanına vardım. Şakacı bir zattı. Benden birçok sorular sordu. Ben de cevabını verdim:
– Cami’yi okudun mu?
– Evet
– Şerh-i Şems’i okudun mu?
– Evet
– Tarikata girdin mi?
– Evet
– Her soruya evet, evet diyorsun senin altında çok şeyler var!
O sırada medresede iki hoca vardı. Birisi şeyhin oğlu Şeyh Maşuk diğeri de Molla Abdulbaki. Şeyh efendi, bana dersimi kendi oğlu olan Şeyh Muhammed Maşuk’un vermesini emretti.
Sadrettin Yüksel ve Bediüzzaman
Tahsilimi tamamlamama medreselerde okunan en son kitap olan Şerh’ul-Akaid kitabı kalmıştı. Onun da dörtte birini daha önce okumuştum. Kaldığım yerden derse başladık. Gayem kitabı incelikleri ve nükteleri ile detaylı bir şekilde okumaktı. Fakat baktım hocam o kadar incelemeyi sevmiyor. Kabataslak olarak zaten biliyordum. Sadrettin Yüksel Hoca’ya “Daha ziyade senin ilminden istifade etmek için geldim” dedim.
-Ben nahiv kitaplarından ders vermem. Üstad Bediuzzaman’ın kitaplarından istersen okuyalım, dedi.
Bunun üzerine, İşaretul İcaz, Zülfikar Mecmuası ve Felekiyat ilmini konu alan Veciz adlı kitaplardan birer ders olmak üzere yanında okumaya başladım. Risale-i Nur’u okutmaya çok hevesi vardı. Üstadın sözüne çok itimat ederdi.
Ben tabi ki daha evvel de merhum Bediuzzaman’ı çok işitirdim. Fakat tafsilen bilmiyordum. Sadrettin Hoca’dan Üstad’la ilgili daha fazla bilgi isteyince bana anlatmaya başladı:
-Ben Isparta’ya üstadın ziyaretine gittim. Fakat gayem ondan icazet almaktı. Kendisine dedim ki sizden icazet almak istiyorum. Kabul etmedi. Yanında bir ders okuyayım, dedim. Onu da kabul etmedi. Ben okuyayım sen dinle dedim. Onu da kabul etmedi. Beni kendine talebe kabul et dedim, “Kabul ettim” dedi. Elhamdülillah buna sevindim. Bu konuşma ayakta oldu. Bana otur teklifinde bulunmadı.
Bu konuşmadan sonra Diyarbakır’a döndüm. Müftü Halil Efendi ile görüştüm. Kendisine üstadı methu sena ederken Müftü Efendi:
-Üstad Kadı Beydâvi kadar değildir, dedi. Ben de kendisine;
-Sen git Kadı Beydavi’yi Alem-i Berzah’tan getir. Benim üstadı getirmem icap etmiyor. Ben onun talebesiyim. Eğer “Min’en-nâsi men âmene billâhi vel yevmi’l-âhiri” ayeti hakkında Beydavi’nin zikrettiği nüktelerden daha ziyade nükteler etmezsem bil ki Beydâvi daha âlimdir. Senin dilinle kalbin bir değildir, dedim. Yani “münafıksın” demek istedim.
Bunları anlatıp sözlerini bitirince, Üstadın kitaplarını nereden bulabileceğimi Sadrettin Hoca’ya sordum.
-Elazığ da emekli binbaşı Hulusi Bey var. Onun yanına gidersen o sana bulur, dedi.
İcazet Alışım
Bir müddet sonra bana icazet verme teklifinde bulundular.
Oysa ben daha bir yıl kadar okumak istiyordum. Kendimi, bir yıl kalacak şekilde programlamış, evin ihtiyaçlarını ona göre temin etmiş gelmiştim. Dolayısıyla icazetnameyi hemen almak istemiyordum. Bu durumu hocalarıma izah ettim.
-Biz lüzum görmüyoruz. Sen gereken bütün kitapları okmuşsun, derslerini vermişsin. Yanımızda da son kitaptan biraz ders gördün, yeter. İcazet alman için gereken şartlar fazlasıyla gerçekleşti. Bunu ertelemeyelim. Hem bir kaç gün önce kayın validenin hasta olduğuna dair telgraf geldi. Gidersen belki dönemezsin diye sana haber vermemiş idik. İcazetini verelim de git, dediler.
Üzülerek kabul ettim. İcazetnameyi yazdılar.
Acil olduğu için yeni bir cübbe alınamadı.
Hocam kendi cübbesini bana giydirdi. Sarık bağladılar, yemek verdiler. İcazet yazısının bir bölümünü hocam okudu. Geri kalan kısmını da Sadrettin Yüksel Hoca’ya okuttular.
Çok mahzun olarak eve geri döndüm. Çünkü ben hemen icazet almak istemiyordum. Orada en az ben bir yıl okumak istiyordum.