Eskiden âlim olduğu halde ârif olamayana avam denirdi. Kemâle ermenin yolu irfan olarak görülürdü. Bu nedenle “seni” yani kendi dışındakini bilene âlim; “beni” yani kendini tanıyan kişiye ise ârif denirdi. Bu nedenle “kendini tanıyan Rabbini tanır” denilmiş, kendini bilen denilmemiştir. Biz bildiğimiz nicelerini tanımayız.
Bu yazıda birçokların yakından tanıdığı iki büyük âlim ve ârifi daha yakından tanımalarına imkân sunacak birkaç hatıra anlatmak istiyorum.
“Hocam eğer müsaitseniz sizlerden ders okumak istiyoruz birkaç arkadaş.” dedim.
Hoca efendi huzur dolu o mütebessim çehresiyle hem yüzümüze baktı hem de tahminen otuz saniye kadar hiç konuşmadan düşündü. Bunun üzerine kendisini zorda bırakmış olabileceğimizi düşünerek:
“Hocam eğer müsait değilseniz sizleri rahatsız etmeyelim” dedim. Bunun üzerine mütebessim şekilde şöyle dedi:
“Sabahları Siirt’li bir genç geliyor, hafızlığı da var. Onunla tefsir okuyoruz. Akşamları da 67 numarada akaid dersleri yapıyoruz.” dedi. 67 numara kendi dairesinin yanındaki daireydi ve bizim arkadaşlarımız kalmaktaydı. Bu yoğunluğu üzerine:
“Hocam sizleri yormayalım. Zaten yoğunmuşsunuz” dedim. Hoca efendi daha da mütebessim bir şekilde:
“Olmaz. Teklif etmeseydiniz olurdu. Bu yaştan sonra beni bu veballe göndermeyin. Yarın öğle namazını müteakip camide başlayalım. Gelin…” dedi. Yormamak için ısrar ettikse de kabul etmedi.
Bir sonraki gün öğle namazı başlayıp ikindi namazına kadar camide ders yaptık. Bu dersler yaz boyu devam etti. Hoca efendinin ilim aşkı, sorumluluğu ve irfânı bizi çok mahcup etmişti. Ona mahcup olmamak için çok önemli işimiz olsa dahi yaz boyu dersini aksatmadan takip ettik. Akaid, Fıkıh ve Belağat okuduk.
Dersler çok bereketli ve ibretli geçiyordu. Bir gün talak bahsini işlerken ağlayarak bir adam geldi derse. Hanımıyla kavga yapmış ve onu boşamıştı. Hocaefendi biraz önce işlediğimiz dersi bizlerin gözüne bakarak ona da anlattı. Bir başka gün abdesti bozan ve bozmayan hususları işliyorduk. Çoğu günler, dersi birkaç metre uzaktan dinleyen altmışlı yaşlarda bir derviş geliyordu. O gün de geldi ve bir yere yaslanmadan bağdaş kurup oturdu ve uyudu. Her gün uyumayan derviş o gün uyudu. Tam da ilgili konuyu işlediğimiz gün. İkindi ezanıyla birlikte bizim dersimiz biterken dervişte uyandı ve namaza durdu. Mehmet Emin Er Hoca efendinin sağında saf tutmuştum. Dervişi takip etmiş olmalı ki sol kulağıma yavaşça: “Demek ki konuyu biliyormuş” dedi.
O dönemler hiç sormak aklımıza gelmemişti hocası ve şeyhi kimdir diye. Kader bizleri Şırnak’a getirdiğinde Şeyh Seydâ Hazretlerini tanıma dahası Mehmet Emin Er hocamızın onun talebesi ve halifesi olduğunu öğrendim.
Vefatlarından yaklaşık yirmi gün veya bir ay kadar önce hocamızın ziyaretlerine gittim. Hastaneden çıkmışlar ve evde istirahat ediyorlardı. Oğlu İbrahim Er Beyi aradım. Doktorun hijyen açısından misafir görüşmelerini uygun görmemesine rağmen sağolsun bizleri beş dakika görüştürdü. Ellerini öpüp dualarını aldıktan sonra Şırnak’ta olduğumu ve Şeyh Seydâ Hazretlerinin hayatıyla ilgili bir kitap yazdığımı ve tamamlandığında kendilerine takdim edeceğimi söyledim. Hocasının ismini duyunca heyecanlandı ve başını hafif kaldırdı. Yüzü güldü. Oğlu İbrahim Er beye yeni yayınlanan iki cilt halindeki eserinden getirip bizlere vermesini istedi. Biz de baş tacı olarak aldık eseri ve ellerini tekrar öperek mesud bir şekilde müsaade aldık.
Mehmet Emin Er Hocaefendi büyük bir âlim ve mütevâzı bir ârifti. Onu yetiştiren hocası Şeyh Seydâ hazretleri hakkında ise bize söz düşmez…
Allah ikisine de rahmet etsin. Bizleri şefaatlerine nail eylesin…
İbrahim Baz