Gitiğimiz yerlerde benim Türkiye’den geldiğimin öğrenilmesi, halkta büyük etki bırakıyordu. Sık sık yaşadığımız bir durum olurdu: tanımadığımız insanlar yanımıza gelir ve derlerdi ki:
-İçinizde Osmanlılar varmış, onlar kimlerdir?
Biz sekiz kişiydik.
-Biziz, derdik.
-Falan kişi veya filan ağa sizi yemeğe davet ediyor. Akşam yemeğini onda yiyeceksiniz, derlerdi.
Bangladeş, daha yeni Hindistan’dan ayrılmış, maddi durumlarını fakirce olmakla beraber, halk, misafirlere on beş çeşit kadar yemekler hazırlıyorlardı.
Osmanlıları methu sena ediyorlardı.
-Buradaki Türkiye konsolosluğu bize vize vermiyor. Verilen vizeler de üç dört günlük oluyor Türkiye’ye gidemiyoruz! diye serzenişte bulunuyorlardı. Biz pek çok sorulara muhatap oluyorduk.
Memleketleri yeşillik, çoğunlukla evler bahçe içinde idi. Birçoklarının evi, yazlık ev gibiydi. Kışlık evler de kamıştan yapılıyor. Nüfus 100 milyon civarında, toprakları ise Türkiye’nin dörtte biri kadar ancak vardı. Bazı yerde dükkân, yazıhane, cami vb. mekânlar kamıştandı. Çok hafız yetiştiriyorlardı. Çok yerlere onları ziyaret etmeye gittik. Çocuklar beton üzerinde diz çökmüş hıfza çalışıyorlardı. Bir sergi yoktu. Hasır sergi bile. Âlimleri de çoktu, okuyanlar da çoktu. İlme çok hevesleri vardı.
Oradakiler, “Osmanlılar gelmişler” diye çok sevinç gösteriyorlardı. Hatta ayakkabılarımızı öpüyorlardı. Bunlar Osmanlıdır diye!.. Memleketlerinde en makbul meyve olan Hindistan cevizi ikram ediyorlardı. Bir kısmının suyu içilirdi, bir kısmı yetişmiş, bıçakla kesilip yeniliyordu. Karpuz gibi büyüktü. Ağaçları da çok yüksekti. Kolay kolay herkes bu ağaçlara çıkamıyordu.
BANGLADEŞ’TE BİR ÂLİMİ ZİYARET VE OSMANLI SEVGİSİ
Bir gün yanımıza bir okul müdürü ile emekli bir binbaşı geldiler.
Soru-cevaplarla meşgul iken bir ara binbaşı, kendi hocasının âlim fazıl (faziletli) ama yatalak hasta olduğundan bahsetti. “Öyle ise ziyaret edelim” dedim.
Binbaşı, okul müdürü ve ben binbaşının arabasına binip ziyaretine gittik. Biz avlunun kapısında iken, müdür koşarak gidip “Türkiye’den bir âlim ziyaretine geliyor” diye kendisine haber verdi. Bir de baktım kendisi kapıya kadar gelip bizi karşıladı.
Osmanlılardan bahsetti.
-Gözümüz tekrar ordadır. Türkiye Asya’nın kapısıdır, dedi.
Methu senalar etti. Gözlerimiz yaşardı. Bir huzur hissettik. O âlim de:
-İnanın sizleri gördükten sonra bende hiç hastalık kalmadı. Şimdi Allah’a şükür sapasağlamım, diyordu.
Konuşmalarından sezdim ki hastalığı daha çok Müslümanların haline üzülmektenmiş!.. Müslümanların kendi aralarındaki kavgaları, birbirini sevmemeleri karşısında üzülüyormuş. Türkiye’den bir âlimin geldiğini işitince; “demek ki daha Müslümanlar arasında sevgi, muhabbet var” diye sevinip tüm dertlerini unuttu.