SEYDA MUHAMMED EMİN ER HOCAEFENDİ

Gökyüzünü tutan sütunlar yıkılmış gibi…
Son devrin en büyük İslam âlimlerinden, binlerce talebe yetiştiren Nakşibendi Meşayihinden Şeyh Seyda Muhammed Emin Er Hocaefendi, Haziran ayının 27’sinde 105 yaşında vefat etti. İlim dünyasının seçkinlerinden, İslami ilimlerde ağırlığı olan, muhakkik bir âlimdi.
Bu sebeple Seyda’nın vefatını basit bir olaymış gibi telakki etmemelidir. Ne bir siyasi liderin, ne bir yazarın vefatı gibi değil, “Mevtul âlimi, kemevtul âlem” yani; “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.”
Sanki gökyüzünü tutan sütunlar yıkılmış gibi… Büyük bir kayıp… İsmail Çetin b. Mahfuz kuddise sirruhunun vefatından sonra, ikinci büyük kaybıdır bu, ümmetin son zamanlarda yaşadığı. Merhum Seydamıza Allah’tan rahmet ve yüksek dereceler; sevenlerine, talebelerine ve âlimlerin kıymetini bilen tüm müminlere sabr-ı cemil niyaz ederiz.
Gülistan Dergisi
Kısaca Hayatı
Muhammed Emin Er Hocaefendi, Zülfügül lakabını taşıyan Hacı Zülfikâr‘ın oğlu olup Milâdî 1914, Hicrî 1332 tarihinde, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Diyarbakır’ın Çermik kazasının Külüyan (yeni ismi Kalaş) köyünde doğdu. Henüz dört beş yaşlarındayken annesi Havva Hanım vefat etti.
Kendi kendine okumayı öğrendiğinden insanlar onun için “Hızır ona uykuda ders veriyor” derlerdi.
İlme olan hırsından ve merakından dolayı, kendisine Kur’ân okumayı ve ilim öğrenmeyi nasip etmesi için ağlayarak Allah-u Teâlâ’ya yalvarırdı. Her fırsatta, kendisinden faydalanabilecek bir ilim sahibi olduğunu duyduğu insanların peşinden koşardı. Hatta bu maksatla, seferî hükmüne girip namazı kısaltmanın caiz olacağı mesafelere bile giderdi. Bu gayretleri sonunda, mektup yazabilecek ve Osmanlıca kitapları okuyabilecek hale geldi. Arap dili ve ilimlerine gelince bu ilimlerde bilgi sahibi olan kimseler, o memlekette zaten yoktu.
Bununla birlikte, o sıralar bir de İslamî harfler yürürlükten kaldırıldı. Kur’ân ve İslamî ilimleri öğrenmek yasakladı. Öyle ki hiç kimse kendi evinde bile olsa çocuklarına Kur’ân öğretemiyordu. Bu nedenle Suriye’ye gidip İslamî ilimleri öğrenmek için memleketini terk ederek yola çıktı. Gaziantep’e gitti. Ancak oradan Suriye’ye geçme imkânı bulamayınca Adana’ya gitti. Oradan İstanbul’a ve Bursa’ya gitti. Daha sonra tekrar Adana’ya döndü. Yedi sene devam eden seferleri boyunca çeşitli hizmetlere girdi.
Rüyâda Hızır aleyhisselamın işâreti üzerine, sıla-ı rahim niyetiyle memleketine döndü. Kısa bir müddet sonra, tahsil için Suriye’ye sefer etti. Suriye’de bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, geri dönüp tahsiline Türkiye’de devam etti.
Nakşibendi Şeyhi Mücahid bir Âlimdi
İlim tahsiline başladığında 25 yaşında idi. Memleketinde İslamî eğitimde takip edilen usûl gereği, Sarf ilmini öğrenerek tahsile başladı. Sonra Nahv, Mantık, Vad, İsti’âre, Edebü’l-bahs ve’l-münâzara, Beyân, Meâ’nî, Bedi’, Usûlu’d-din, Usulu’l-Fıkıh ve Kelâm ilimlerini tahsil etti.
Bir yandan medresede okutulan bu on iki ilmi öğrenirken, diğer yandan Fıkıh, Tefsir, Ferâiz, Tecvid gibi diğer ilimleri de öğrendi. eş-Şeyh Muhammed Ma’şûk b. Şeyh Muhammed Ma’sûm’dan (ki kendisi Abdurrahman et-Tâğî’nin torunudur) bu ilimlerin hepsinde, 1950 yılında icâzet aldı. Kendisinden bu ilimleri birçok talebe okudu ve icazet aldılar.
Ayrıca, tasavvufta muhtelif mürşidlerin terbiyesinden geçti. Amelî icâzetini (halkı irşad izni) merhum Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî’den aldı.
Kendisi Saîd Nursi Hazretleri ile de 1951 yılında Isparta’da görüşerek, duasına mazhar oldu. İlim tahsilinden sonra, hayatı boyunca ders verme, imamlık, vâizlik, tebliğ ve İslam’a davet gibi hizmetlerle meşgul oldu.
Mücahid bir zattı. 1987 senesinde, 73 yaşındayken Afganistan’a gitmiş ve Mazlum Afgan halkının yanında, Afgan dağlarındaki cephelerde savaşmıştı.
Muhammed Emin Er Hocaefendi, hayatı boyunca tebliğ ve Müslümanların durumlarını görmek maksadıyla birçok Doğu ve Batı ülkesini ziyaret etti. Ziyaret ettiği ülkeler arasında Danimarka, İsveç, Almanya, Belçika, Hollanda, İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Japonya, Çin, Bangladeş, Hindistan, Afganistan, Pakistan, İran, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır bulunmaktadır. İlk olarak 1947 yılında hac etmiş, daha sonra yaklaşık 25-30 defa hac, üç defa umre yapmıştır. Gittiği yerlerde irşâd ve tebliğde bulunup farklı dinlere mensup bazı ilim adamları ve papazlarla münâzara etmiştir.
Vefatından aylar önce kendisi ile Rıhle Dergisi’nden kardeşlerimizin, Seyda ile tasavvuf üzerine yaptığı bir söyleşinin bir kısmını, kısaltılmış ve özet halinde istifadenize sunuyoruz.
Tasavvuf Nedir? Seydâ, siz tasavvufu nasıl tanımlıyorsunuz?
Tasavvuf büyük sahâbîlerin yoludur… Ne ziyade ne eksik…
“Kemâlu’l-iltizâm bi’s-sünneti” ifadesinden murad, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin fiili, kavli, ahlâkı ve ahvâlidir… Bunların hepsine ittiba; kavlde, fiilde, ahlak ve ahvâlde Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ittiba etmek (uymaktır).
Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ittiba, büyük bir saadettir ve ondan üstün bir hal yoktur. Allah Azze ve Celle, “(Rasûlüm!) de ki: ‘Eğer Allah Teâlâ’yı seviyor iseniz bana ittiba ediniz ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı mağfiretle örtsün. Ve Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir.” (Âl-i İmrân; 31) buyurmaktadır.
Günümüzde muhabbetullah makamına erenler azdır… Bu davada bulunanlar (böyle olduklarını iddia edenler) ise hilâf-ı hakikat konuşuyorlar… Çünkü o sevgi seviyesine ulaşamazlar. Fakat Allah’ın insanı sevmesi en büyük saadettir. Allah Teâlâ’nın insanı sevmesi, O’nun habline (sevgisine) tâbi olmak demektir.
Sünnet’e uymayan her şey bidattir. Tasavvufta, efdal ve evlâyı bir tarafa bırakıp mefdûl ile amel etmek ruhsattır ki bundan kaçınmak lazımdır. Bütün harekât ve sekenâtımızda Allah Teâlâ’yı anmalı, O’nu hatırda tutmalıyız.
“Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.” (Nisâ; 1) Allah Teâlâ bizi murakabe ediyor… Zâhirimizi ve bâtınımızı kontrol ediyor. Dolayısıyla Allah’tan gafil olmamak gerekiyor.
Tarikat, ihlâsla amel etmektir. İhlâs makamına ulaştıran yola tarikat denir. O yol ile ihlâs makamına, makâm-ı ihsana ulaşmak mümkün oluyor.
“Tasavvuf olmadan İslam’ı yaşamak mümkün mü? Tasavvuf/tarikat mutlaka gerekli mi?” Şeklindeki sualinize gelince…
Tasavvuf/tarikat mutlaka gereklidir. Ama tasavvuf, tasavvuf olursa… Defler çalmakla, cehrî zikir etmekle, hırka giymekle tasavvuf olmaz… Tasavvuf, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünnet-i seniyyesine sımsıkı ittibadır… Sünnet’in muktezasınca amel etmektir… Allah’tan gafil kalmamaktır.
İnsan cibilliyetinde kibir, ucub, riya, enaniyet ve menfaatperestlik gibi çirkin huylar vardır. Bunların hepsi kerih şeylerdir… Bunları izale etmek farz-ı ayndır. Bu ise insanın kendi kendisine yapabileceği bir şey değildir. İnsan kendi kendisinden razı olduğundan dolayı eksikliklerinin farkına varamıyor. Öyleyse talim-terbiye ve tezekkî (manevi temizlik) yoluyla bu kötü sıfatlardan kurtulan ve onlardan kurtulma yollarını bilen, ihlas sahibi olmuş bir kimseye intisab etmek vacip oluyor. Mürşide teslimiyet kuvvetli olursa, mürşid, sâliki az bir zamanda yetiştirir.
Bu vasıfların izalesi vaciptir. Bununla birlikte, kişi bu izale ameliyesini kendi kendisine yapamayacağına göre, hakîkî bir mürşid bulunup ona teslim olunmalıdır. Bu emarelerin azı, ihlas sahibi olmaktır. İhlasta bir kusur olursa, yapılan amel-i sâlih de makbul olmaz, dahası “sâlih” olmaz.
Kişi medrese yapıyor, ders veriyor, yollar yapıyor fakat bütün bunları şan şöhret için yapıyor. Bunlar onun amel defterine o şekilde yazılır ve orada bu amellerin hiçbir faydasını göremez. Çünkü amelde itibar, “lillâh” (Allah için) olma şartına mevkuftur (bağlıdır).
Asrı Saadette tasavvuf
Sahabe ve Selef zamanında tasavvuf var mıydı?
Selef döneminde diğer ilimler de ıstılah (isim ve terim) olarak yoktu. Sonraki dönemlerde ilimler tasnif (ayrıştırılıp) ve tesmiye (isimlendirilmiş) edilmiştir.
Aslında tasavvufsuzluk bidattir. O sıddıkların yolu, ihlasların, Allah yolunda cihadların ve infakların merkezi olan tasavvuf, hiç bidat olur mu! Hz. Ebubekir Sıddık’ın 800 dirhemi vardı. O zaman iki dirhemle bir keçi satın alınırdı. Hz. Ebubekir’in 800 dirhemi bir defada infak etmesi, ihlas icabıdır.
Seydâ, bazıları “tasavvufun insanları tembelliğe ve miskinliğe sevk ettiğini” söylüyor. Siz ne dersiniz?
Bunu ancak tasavvufu hiç bilmeyen avam ve cühhâl (cahiller) taifesi söyleyebilir. Ehl-i tasavvuf, hayatının hiçbir anında Allah’tan gafil olmayan, daima Allah Teâlâ’yı zikreden, teheccüd namazı kılan, kuşluk namazı kılan, evvâbîn namazı kılan kimselerdir. Hatta içlerinde bütün seneyi oruçla geçirenleri vardır. Bazıları her hafta Pazartesi ve Perşembe oruçlarını tutar. Eyyâmü’l-birr’de oruç tutarlar.
Tasavvuf cihaddır; nefis ile cihaddır. Nefsin arzularına muhalefettir. Nefse hakkı verilir ama hazzından men edilir. Yahu, ehl-i takva hiç tembel olabilir mi? Subhânallâh! Tembel bir kimse, ehl-i tasavvuf olamaz; onlar etkiya (takvalılar) değil; eşkıyadır. Şimdi tasavvufu eşkıyaya bakarak mı yargılıyorlar?!
Abdulkadir Cîlânî, İmâm Rabbânî, İmâm Gazzâlî vd. sûfîlerin hayatını hiç mi okumaz bu insanlar! Tarikat davasında bulunan tembel kimselere bakarak tasavvufu itham etmek nasıl iştir!
Seydâ, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözünü nasıl anlamak gerekiyor?
Bu söz hadis değildir; Ebû Yezîd el-Bistâmî söylemiştir. Fakat doğrudur. Zira bir kişi kendi kendine amel ve taatte bulunmaya devam ederken, kendisine bazı ahvâl zâhir oluyor (manevi haller ortaya çıkıyor). Kişi bu ahvâlin rahmânî olduğunu zannediyor; hâlbuki şeytânîdir. Ondan sonra şeytan ona rehber oluyor ve onu şeytandan koparmak güç oluyor. …
Gaziantep’te bizim bir kardeşimiz vardı. Kapıyı üzerine kilitliyor günlerce orada kalıyormuş. Saç-sakal karmakarışık… Mehdi olduğunu iddia ediyormuş. Bana anlattılar… Ben de “Buraya getirin biraz nasihat edelim” dedim. En nihayet geldi… Kendisine biraz nasihatte bulundum. “Ben” dedi, “tarikata girmeksizin kendi kendime çokça zikrettim. Bir gün, bir ses bana Mehdi olduğumu söyledi. Ben de “Ben Mehdiyim” dedim. Halk bana tâbi oldu.
Beni emniyet müdürlüğüne şikâyet ettiler. “Bu kişi Mehdilik dava ediyor” dediler. Müdür beni istedi. Bana tabi olan 40 kişiyle birlikte gittik. Orada bana “Sen Mehdi mi oldun? Mehdilik davasında bulunuyormuşsun?” dediler. Ben “evet” deyince müdür elinin bütün kuvvetiyle bana bir tokat vurdu. Biraz bekledim kimseden ses çıkmadı… Yanımdakilere “haydi gidiyoruz” dedim ve geri dönüp geldik.
İki ihtiyar kimsenin konuşmalarını dinledim… Biri diğerine anlatıyor: “Evvelden de bir kimse Mehdiyet davasında bulundu. Sonra şeytanı çıktı” diyor. Bunu duyunca ben “Benim içime de şeytan girmiş olabilir” dedim. Daha sonra beni askere götürdüler” diye anlattı. Askerden firar etti ve Şeyh Seyda’nın yanına geldi. O sene biz üç-dört kişi halvethaneye girdik. O da halvethaneye geldi, bir süre kaldı, benim de bir kitabımı çalıp gitti. İşte, bu kimse bana dedi ki: “Ben kendi kendime ziyadesiyle zikir ve ibadet ettim.”
İşte, bu gibilerin şeyhi olmazsa bir müddet sonra şeytan bunlara zâhir (yardımcı) oluyor ve onlara rehberlik yapmaya başlıyor ve onları olmadık felaketlere sürüklüyor. Ama mesela, bir kimsenin şeyhi yoktur… İçki içer… Namazla abdestle alakası olmaz… Bunlar için şeytanın rehberliği yoktur. Zira şeytan onları terk etmiştir… Böyle kimseler şeytanın rehberliği olmadan da şeytanın arzusunu yerine getiriyor zaten.
Fakat kim kendisini ahirete veriyorsa, şeytan ona hücum ediyor… Ötekinin kalbinde akrepler, yılanlar, çıyanlar vs. vardır… Kalbi artık harabeye dönmüştür; hırsızın orada ne işi vardır! Ama ne zaman ki bu kişi kalbini temizleyip içine mücevherat koymaya başlayınca hırsız, işte o zaman geliyor. İnsan yüzünü Allah Teâlâ’ya ve âhirete dönerek kalbini temizleyip içine mücevher doldurmaya başlayınca hırsız şeytan, hemen o kişinin kalp hazinesine hücum ediyor. Bu gibilerin rehberi/mürşidi olmazsa işleri zor olur.
Tarihte bunların emsali vardır; yoldan çıkıp sapıtarak muharramât (haramlar) sahasına dalan kimseler vardır… Bunun sebebi budur… Yani ya mürşidsiz yola çıkmışlardır yahut nakıs mürşid seçmişlerdir… İşin içine şeytan girip bunları yoldan çıkarmıştır. “Falan tarikat böyle yaptı” diyorlar… Onlar ehl-i tarik değil; zındıklar taifesidir… Bunlara şeytan rehberlik yapmaktadır. Bununla beraber “Şeyhi olmayan herkesin şeyhi şeytandır” sözünü mutlaklaştırmak (genelleştirmek) de doğru değildir.
GÜLİSTAN
Gülistan Dergisi 152. Sayı Ağustos 2013

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir