ŞEYH AHMED HAZNEVİ’NİN HUZURUNDA

Ancak Şeyh Ahmed-i Hazne’yi ziyaret etmediğimi hatırlayınca, onu ziyaret edip sonra Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu amaçla Hazne’ye gittim.
Hazne, bulunduğum yere takriben on iki saatlik bir mesafede idi. Yaya olarak yola koyuldum. Yolda giderken;
“Şeyh Efendi’den, tahsilimi devam ettirebileceğim bir yere gönderilmemi isteyeceğim. Gönderirse tarikatına girerim. Aksi halde hakiki şeyh olmadığını anlar, tarikatına girmem.” diye bir duygu kalbime geldi.
Şeyh Efendi o zaman Hazne köyünde kalıyordu.
Mağrib ile yatsı arasında oraya yetiştim. Camiye gittim. Şeyh Efendiyi mağrip namazını kıldırmış arkasını mihraba çevirmiş cemaate sohbet ediyor buldum. Cemaatten bazıları diz üstü oturmuş, bazıları ayakta el bağlı duruyorlardı. Ben gittim Şeyhin elini öptüm. Bana;
-Gözüm üzere geldin, dedi.
Mihrapta kendisinin sol tarafına oturttu. Sohbetine devam etti, şöyle buyuruyordu:
-Bir murid şeyhine tamamıyla teslim olmazsa şeyhi Şah-ı Nakşibend olsa dahi ona fayda vermez. Bu günkü insanlar haramdan sakınıp vacipleri yaparlarsa eski insanların yaptıkları nafile ibadetlerinden daha efdal amel etmiş olurlar.
Zaman zaman başını kaldırıp, yatsı namazı için gelip ayakta el bağlı duranları görünce oturmaları için onlara işaret veriyordu. Yatsı namazı kılınıp Şeyh Efendi camiden çıkınca bir grup müridân arkasında el bağlayıp evine kadar refakat ettiler. Bu şekilde davranmak onların âdetinden idi. Bu hal iki gayeye matuftu. Birincisi; varsa tavsiyelerini dinlemek, ikincisi; bazı sorular sorup istifade etmek.
Bir sabah ben de refakatçi gruba katıldım. Evinin kapısına kadar şeyhin arkasından gittim. İçeri girmeden önce elini öpmek istedim elini çekti. “Hayırdır” dedi. Ben:
-Türkiye’den buraya okumak için geldim. Fakat bu memleketin garibi olduğum için okuyacak yer (medrese) bulamıyorum. Şeyh Efendinin beni okuyacağım bir yere göndermesini istiyorum, dedim.
-Niçin daha erken gelmedin? dedi.
Başka bir şey söylemeden içeri girip kapıyı kapattı.
Ben bunun üzerine biraz ümitsizlendim. Oraya yakın bir köyde ders veren bir hoca vardı. Yanlış hatırlamıyorsam ismi Ubeydullah idi. Biraz da tarikata itiraz edenlerdendi. Onun yanına gitmek için yola çıktım. Fakat kalbime bazı hatıralar, düşünceler gelince geri dönüp tekrar Hazne’ye geldim. O gece de Hazne’de kaldım.
Ertesi gün Hiva Köyünde bulunan Şeyh İbrahim Hakkı’nın yanına gitmek istedim. Evvelki gün gibi tekrar çeşitli fikirler aklıma geldi, gene yoldan geri dönüp o gece de Hazne’de kaldım.
İzin almadan gittiğimden dolayı gitmeye muvaffak olamıyordum. Bu defa izin alıp öyle gideyim diye niyet ettim. Sabah namazından sonra Şeyh Efendi’ye refakat eden cemaate katılıp şeyhin kapısına kadar gittim. Elini öpmek istedim. Yine önceki gibi elini vermedi ve “Hayırdır?” dedi.
-Şeyh Efendi izin verirse gideceğim, dedim.
Cevabı kesin ve net oldu:
-Hayır gitme. Seni bir yere göndereceğiz.
Ben de umutla camiye döndüm.
İki gün sonra Şeyh Efendi bana:
-Daha da sabret, dedi. Ben de köyün etrafında gezinirken Şeyhin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak’ın bazı talebe ve müridleriyle ziyarete geldiklerini gördüm. Ertesi gün ikindiden sonra cami insanlarla doldu. Aralarında 400 kadar Hacca gitmek isteyenler de vardı.
Şeyh Ahmet Haznevi Efendi yüksek sesle;
-Molla Muhammed Emin-i Çermîkî, Molla Abdurrezak’tan sana ders vermesini istedim. Kabul etti. O seni okutacak, dedi.
Zaten evvelden de beni bu zata göndermesini kalben istiyordum. Çünkü bu zatın yanında iyi tahsil vardı.
Az sonra o zat camiye geldi. Bana dedi ki:
-Şeyh Efendi sana ders vermemi emretti. Sen talebelerle yarın köye git ben de birkaç gün sonra gelirim.
Ben de kendisine şunları söyledim:
-Kalbimde vaad etmiştim ki Şeyh Efendi, beni tahsil için özellikle size gönderirse, onun hakiki şeyh olduğunu anlar tarikatına girerim. Şimdi aynen öyle oldu. Ben tarikata girmek istiyorum.
Bunun üzerine Molla Abdurrezzak:
-O halde bu gece burada kal tarikata girersin. Yarın da teveccüh var ona da katılırsın, dedi.
Ben de öyle yaptım.
Akşam Şeyh Ahmed Haznevî’den tarikat dersimi aldım.
Bana bazı önemli tavsiyelerde bulundu.
Bana hatırlattığı şeylerden biri de rabıtaydı. “İki çeşit rabıta vardır. Biri hayâlî diğeri sûrî rabıta. Hayâlî rabıtada şekil vardır. Şeyhin sarığını, cüppesini, görüntüsünü hayal edersin. Sûrî rabıtada ise sabah ve akşam namazından sonra şeyhin yüzü karşındaymış gibi bakarsın. Onun alnında bir nur vardır, bu nuru kendi içine almayı hayal edersin.” Bu minvalde bazı tasavvûfî nasihat ve hatırlatmalarda bulundu.
TEVECCÜH
Pazartesi günü kimse bir şey yemeden kaba kuşluk vakti camiye girildi. Perdeler çekildi. Gözlerin kapalı olması ikaz edildi.
Şu uyarı yapıldı:
-Şeyh Efendi yanınıza gelip sizi sallarsa siz de muvafakat edip sallanın. Ağzınıza üfürürse ağzınızı açar nefesini yutarsınız, denildi.
Bu hatırlatmalardan sonra Şeyh Efendi içeri girdi.
-Gözlerinizi kapatın, Şeyh Efendi geliyor, diye seslenenler oldu.
Herkes gözlerini kapattı. Mihraptan Şeyhimizin sesini işitiyorduk.
Evvela;
“Medet ya Allah” dedi. Sonra;
“Medet ya Rasulullah” dedi.
Ve Ebubekir-i Sıddık’tan başlayıp kendi şeyhi Hazret’e kadar sıra ile sâdâtları çağırdı. Böyle çağırırken insanlar kendilerini tutamayıp ağlaşıyorlardı. Yüksek sesle ağlayan, bağıran çoktu.
Daha sonra Şeyh Efendi müridleri teker teker gezerek, her birinin haline göre ya bir ayet ya bir hadis veya bir beyt söyledi.
Şeyh Efendi ilk önce benim yanıma gelmişti. Bana geldiği andan itibaren bende öyle bir muhabbet oluştu ki tarif edemem. Bambaşka oldum adeta.
Bende bu aşk hali bir müddet çok şiddetli olarak devam etti.
Geceleri uykum gelmiyordu.
Yolda karşılaştığım açık giyimli gayri müslim kadınlar bana bir hayvan gibi geliyordu.
Bazen “keşke tarikata girmeseydim” diye düşünüyordum.
Ve bu halim uzun sürdü. “Ben bu haldeyken nasıl ilim okurum?” diye kendi kendime çok sordum. Çünkü daima virdler ve tarikatla kafam meşgul olduğundan tahsilimi devam ettiremeyeceğimden endişe etmeye başladım. Ama elhamdülillah engel bir durum olmadı.
Ama başka bir mani ortaya çıkmıştı. Ki bu durum benim Suriye günlerimin sonunun başlangıcı olacaktı.
AÇLIK…
Benim Şeyh Ahmed Haznevî Hazretlerinden ders almam ve teveccühe katılmamdan sonra yaşadığım yeni manevi hal, bir müddet sonra geçti.
Fakat yiyecek madde olmadığından dolayı herkes telaş içinde idi. Hoca Efendi’ye Türkiye’den misafirler gelmişti. Türkiye’de de kıtlık vardı. Bu huzursuzluktan dolayı Hoca Efendi talebelere ders veremiyordu. Çünkü yeme içme ihtiyacını karşılamak tamamen imkânsız bir hale gelmişti. Bunun üzerine, mecburen talebeleri dağıttı. Sadece beni ve bacısının oğlunu bıraktı. Biz de çok fazla ders alamıyorduk. Çok nadir fırsat bulup ders okuduğumda Cami’den beş yaprak okuyordum.
Okumayı adeta kökten terk etmiş gibi olduk.
Yiyecek bir şey yoktu.
On sekiz gün sadece hurma ile idare ettik. Bir müddet sonra arpalar yetişti, biçildi. Ondan ekmek yapılmaya başlandı. Ben de hocama vekâleten harmanlara gider, hocamın hissesini alırdım. Diğer taraftan köy sahibinin yazı işini de yapıyordum.
ŞEYH ABDURREZZAK…
O kadar engeller oldu ki iki buçuk senede zar zor “Cami” kitabını bitirebildim. Gerekli eğitimi alamayacağımı anlayınca, Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Konuyu hocam Şeyh Abdurrezzak’a açtım ama o buna bir türlü razı olmuyordu.
Beni ikna etmek için zaman zaman koluma girer, dışarıda gezdirir, bazı tekliflerde bulunurdu:
-Muhammed Emin, seni evlendireyim. Talebelerin dersini sana havale edeyim gitme.
Fakat ben dönmeye kararlıydım. Özür beyan ediyordum.
Hocamı ikna edemeyeceğimi ve izin alamayacağımı anlayınca, Hazne’ye gidip Şeyh Efendi’den izin istedim.
Bu başvurudan sonuç aldım ama bir şartla:
-Gitmene izin veriyorum, dedi Şeyh Ahmet Haznevi, yeter ki tahsilini tamamla. Türkiye’de olsun Suriye’de olsun fark etmez ama tahsilini mutlaka yap. Bundan başka bir şartım yoktur.
Hazne’den dönünce hocama durumu aktardım. Artık onun izin vermekten başka bir yolu kalmamıştı. Malum, hocam Abdurrezzak Efendi, Şeyh Efendi’nin halifesiydi. Şeyh Efendi izin verince onun bir itirazı olamazdı.
Fakat ayrılışıma hüngür hüngür ağladı. Ben de ağladım.
Molla Abdurrezzak âlim bir zat idi. Pek çok talebe okutmuş ve ilmî icazet vermişti.
Ancak benim bulunduğum dönemde maddi imkânsızlıklar, kıtlık gibi sebepler, O’nun yanında sağlıklı bir eğitim almama mani oldu.
Talebeler temel İslami ilimleri ve Arapça eğitimini aldıktan sonra onlara icazet verirdi. Bazı hocalar icazet vermekten çekinirdi ama Şeyh Abdurrezzak şu gerekçeyle onlara katılmazdı: “Temel İslâmî ilimleri öğrenen hocalara icazet vermeliyiz. Bu onları daha çok çalışmaya, sorumlu olmaya, o diplomanın hakkını vermek için kendisini geliştirmeye zorlar. Ayrıca icazetli hoca olması onun daha hayâlı, edepli, olgun olmasını da sağlar.” Derdi.
SON ZİYARETİ
Seyda Muhammed Emin Er’in Seydâ Şeyh Ahmed Haznevî’yi son ziyaretinde de Şeyh Ahmed Haznevî’nin ilgisine mazhar olmuştur.
Şeyh Ahmed Haznevî Hazretleri elini elinin içine alarak kendisine şu tavsiyelerde bulunur:
“İnsan Nakşibendilerden keramet ümit etmemelidir.
Kerametin en büyüğü şeriat üzere, istikamet üzere yürümektir. Fıkıh’ta zayıf görüşlerle amel etmeyin. Caiz ise de amel etmeyin. Sefere gidildiğinde Şafiiye göre cem caizdir. Fakat etmeyin. Çünkü Ebu Hanife’nin hilafı vardır. Namazı
kısaltmak, Şafii Mezhebinde mecburi değildir, fakat siz kısaltın. Çünkü Ebu Hanife’nin hilafı vardır. Hilaftan çıkmak ve riayet için kasredin. Bütün sünnetleri
yapamamak kusur değildir. Fakat mümkün mertebe sünnete çok ittiba edin. Her zaman Allah’ı çok zikredin…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir