Bayramda evimiz

Her bayram, bizim evimiz ziyaretgah gibi olurdu. Yurdun her tarafında babama ziyaretçiler gelir, talebeler elini öper, köylüler sıraya girer, yemekler dev kazanlarda yapılır, kurbanlar kesilir, sofralar kurulurdu. Ekmekler yufka ekmeği olup bayramdan bir hafta önce köylü kadınların yardımıyla hazırlanır ve ekmekleri koyduğumuz kilerimize stoklanırdı. Ekmekler kağıt kadar ince olur, kullanılacağı zaman elimizle suyu serpiştirirdik. Böylece ekmekler taptaze bir şekilde yumuşardı. Genelde menümüz etli bulgur pilavı ve tırşıktı. Pirinç pilavını ara sıra yapardık ama şehre taşınınca bulgur zamanla talep azlığı nedeniyle sofradan kalkıp yerini pirinç pilavına bıraktı. Tırşık ise et, patlıcan ve domatesten yapılırdı. Hafif ekşi olurdu. Bol etli olduğu ve yapımı kolay olduğu için sofranın değişmez menüsüydü. O dönemlerde henüz soframıza salata yerleşmemişti. Bunun yerine genelde sofranın ortasına taze soğan vb. yeşillikler konulurdu. Tabi ki yemeklerin hepsi yer sofrasına servis yapılır, parça parça getirilmezdi. Ayrıca herkese ayrı tabak çıkarılmazdı. Pilav, büyük bir sininin içine konulup ortaya getirilirdi. Eğer sofra büyük ve kalabalıksa bir kaç siniye ayrılıp getirildi. Tırşık da büyük bakır kaplara konulurdu. Genelde dört kişilik gruplar halinde yenilirdi. Herkes aynı tabağa kaşık sallar, kimin az kimin çok yediği belli olmaz ama herkes doyardı. Doymayana önündekini bitiremeyenlerden takviye yapılırdı. Genelde yaşlılar gençlerin önüne eti ve yemeğin iyisini sürerlerdi. Yer sofrası olduğundan insanlar karşılıklı oturur ve bir salona tahmin edemeyeceğiniz kadar kişi sığardı. Yazın genelde ayran da menüye eklenirdi. Sofranın kurulması ve toplanması el birliği ile olur, özellikle gençler yardım ederlerdi.
Biz gelene hizmet eder, bayramlarını kutlardık ve tabi ki harçlıklarımızı alıp doğru bakkala şeker almaya giderdik.
Babamın oturduğu salon o kadar kalabalık olurdu ki insanlar oturacak yer bulamaz sıkışık otururlardı. Ama kimse şikayet etmez, herkes mutlu ve mesut bir şekilde konuşmaları can kulağı ile dinler, bir kelime bile kaçırmak istemezlerdi. İçerisi kalabalık olmasına rağmen sadece babamın nefesi duyulurdu.
Bayram ziyaretleri, hem büyüklerin ve alimlerin ziyareti ile noktalanır ve hem de gidilen yerlerden bir şeyler öğrenmenin hazzı duyulurdu. Bu arada birbirini uzun süredir görmeyenler de camiye giderken yolda hasbihal ederlerdi. Bayrama gelen medrese talebeleri de arkada kitapları karıştırır ve birbirlerine “Bak Nevevi’nin kitabı bu, diğer bir talebe İmam-ı Malik’in Muvattası’da var” gibi kitaplarda adlarını duydukları büyük alimlerin büyük eserleriyle karşılaşmanın şaşkınlığını yaşar, o kitaplara bizzat alimin kendisiyle karşılaşmışlar gibi saygıyla bakarlardı. Çünkü o dönemlerde kitaplara ulaşmak zor olduğu gibi Arapça eserleri bulmak da imkansız gibi bir şeydi.
Biz, mutfaktan içeriye yemek, su, şerbet, şeker yani bize ne verilirse taşır, iki taraf arasında irtibatı sağlardık.
Sohbetin konusu genellikle doğaçlama gelişirdi. Ya birisinin bir sorusu ile tetiklenirdi ya da o gün gündemde olan bir konu ekseninde konuşulurdu. Babamın odasında spor ile ilgili konuşulan tek bir konu olmuştur o da Muhammed Ali Clay’ın boks maçlarıdır. Bu maçlar sohbet odasında Zaloğlu Rüstem’in ejderhalarla mücadelesi gibi heyecanlı, Hz. Ali’nin Zülfukar’ı kafire savuruşu gibi pür dikkat dinlenirdi… Tabi ki sohbet doğaçlama gerçekleşirdi ama sanmayın ki ilmi sohbetler ağır bir tempoda olurdu. Bilakis en ağır ilmi mevzular espirilerle, hikayelerle, konuyla ilgili menkıbelerle ve hatıralarla süslenir şen şakrak ve hoşça bir öğrenme-sohbet olurdu. Kimse sıkılmaz, sohbeti bölen namaz, çay, yemek ve gecenin ilerlemiş olan saati olurdu. Bizim sohbetlerimiz ve ilim halkamızda vaaz verilir gibi tek bir kişi konuşup belli bir konuda insanları bilgilendirmez, sohbetler karşılıklı olur, en cahil ve sıradan kişi bile sohbete katılır, bildiği bir şey veya anısı varsa anlatırdı. Ama genelde alimin seviyesine yakın olanlar sohbete katkı sunar veya yeri gelir itiraz eder, başka delil veya kaynak da sunabilirlerdi. Yani saatlerce bir kişi konuşup diğerleri dinlemez, karşılıklı diyalog öne çıkardı. Ya da babam oradakilere, diğer alim veya öğrencilere öğretmek amacıyla bir şey sorardı. Böylece sohbet havasıyla ilim öğrenilirdi. Konuştuğunuz topluluğun konuşmaya katılması, itiraz etmesi, soru sorması veya fikirlerini beyan etmesi neyin anlaşıldığı veya neyin anlaşılmadığı, kitlelerin dinleyip dinlemediğini daha iyi anlıyorsunuz. Karşınızdaki kitlenin dinlediğini gördüğünüzde daha çok coşuyor ve daha çok bilgi paylaşma arzusu duyuyorsunuz. Siz anlatmaktan zevk aldığınızda karşınızdaki kitlenin de dinlemekten haz duyduğu bir diyalog olmuş olurdu.
Sohbet, genelde çay ile demlenir, yemek ile rahatlanılır ve ezan ile feyizlenirdi. Sohbeti bölen bundan başka bir şey olmazdı. Yeni gelenler sohbet koyulaşmışsa bölmemek için sessizce arkada oturur, ancak sohbet bitince ya da namaz için kalkılınca el öpülürdü…
Bazı bayramlarda başka şehirlere de gitmiş olurduk. Orada da bu şekilde bir coşku olurdu. Kalabalıklar bitmez, gece yarısına kadar sürerdi. Bunu gördüğümde alimin gittiği her yer onun evi olmuş olurdu. O, gurbette iken bile yabancı değildi kendi evindeymiş gibi olurdu. Hele sohbet halkasında birden fazla hoca ve alim olursa o sohbetler asırlarca dinlenebilirdi ve hiç bir yorgunluk bıkkınlık hissedilmezdi.
Bayramların coşkuyla kutlandığı başka bir zamanımız olmadı.
Büyükler gitti onlarla birlikte bayramlarda ve hayatın tadı tuzu da gitti.
İbrahim Halil ER

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir