Şeyh Ahmed-i Hazne’yi ziyaret etmediğimi hatırlayınca, onu ziyaret edip sonra Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu amaçla Hazne[1]’ye gittim.
Hazne, bulunduğum yere takriben on iki saatlik bir mesafede idi. Yaya olarak yola koyuldum. Yolda giderken; “Şeyh Efendi’den, tahsilimi devam ettirebileceğim bir yere gönderilmemi isteyeceğim. Gönderirse tarikatına girerim. Aksi halde hakiki şeyh olmadığını anlar, tarikatına girmem.” diye bir duygu kalbime geldi. Şeyh Efendi o zaman Hazne köyünde kalıyordu.
Akşam ile yatsı arasında oraya yetiştim. Camiye gittim. Şeyh Efendiyi akşam namazını kıldırmış arkasını mihraba çevirmiş cemaate sohbet ediyor buldum. Cemaatten bazıları diz üstü oturmuş, bazıları ayakta el bağlı duruyorlardı. Ben gittim Şeyhin elini öptüm. Bana;
- (Ser çeva) Gözüm üzere geldin, dedi.
Mihrapta kendisinin sol tarafına oturttu. Sohbetine devam etti, şöyle buyuruyordu:
-Bir murid şeyhine tamamıyla teslim olmazsa şeyhi Şah-ı Nakşibend olsa dahi ona fayda vermez. Bu günkü insanlar haramdan sakınıp vacipleri yaparlarsa eski insanların yaptıkları nafile ibadetlerinden daha efdal amel etmiş olurlar.
Zaman zaman başını kaldırıp, yatsı namazı için gelip ayakta el bağlı duranları görünce oturmaları için onlara işaret veriyordu. İnsanların bu şekilde durmaları bana garip geldi. Sanki bir nevi ağalıktı. Yatsı namazı kılınıp Şeyh Efendi camiden çıkınca bir grup müridân arkasında el bağlayıp evine kadar refakat ettiler. Bu şekilde davranmak onların âdetinden idi. Bu hal iki gayeye matuftu. Birincisi; varsa tavsiyelerini dinlemek, ikincisi; bazı sorular sorup istifade etmek.
Bir sabah ben de refakatçi gruba katıldım. Evinin kapısına kadar şeyhin arkasından gittim. İçeri girmeden önce elini öpmek istedim elini çekti. “Hayırdır” dedi. Ben:
-Türkiye’den buraya okumak için geldim. Fakat bu memleketin garibi olduğum için okuyacak yer (medrese) bulamıyorum. Şeyh Efendinin beni okuyacağım bir yere göndermesini istiyorum, dedim.
-Niçin daha erken gelmedin? dedi.
Başka bir şey söylemeden içeri girip kapıyı kapattı. Ben bunun üzerine biraz ümitsizlendim. Oraya yakın bir köyde ders veren bir hoca vardı. Yanlış hatırlamıyorsam ismi Ubeydullah idi. Biraz da tarikata itiraz edenlerdendi. Onun yanına gitmek için yola çıktım. Fakat kalbime bazı hatıralar, düşünceler gelince geri dönüp tekrar Hazne’ye geldim. O gece de Hazne’de kaldım.
Ertesi gün Hilve[2] Köyünde bulunan Şeyh İbrahim Hakkı’nın yanına gitmek istedim. Evvelki gün gibi tekrar çeşitli fikirler aklıma geldi, gene yoldan geri dönüp o gece de Hazne’de kaldım.
İzin almadan gittiğimden dolayı gitmeye muvaffak olamıyordum. Bu defa izin alıp öyle gideyim diye niyet ettim. Sabah namazından sonra Şeyh Efendi’ye refakat eden cemaate katılıp şeyhin kapısına kadar gittim. Elini öpmek istedim. Yine önceki gibi elini vermedi ve “Hayırdır?” dedi.
-Şeyh Efendi izin verirse gideceğim, dedim.
Cevabı kesin ve net oldu:
-Hayır gitme. Seni bir yere göndereceğiz.
Ben de umutla camiye döndüm.
İki gün sonra Şeyh Efendi bana:
-Daha da sabret, dedi. Ben de köyün etrafında gezinirken Şeyhin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak’ın bazı talebe ve müridleriyle ziyarete geldiklerini gördüm. Ertesi gün ikindiden sonra cami insanlarla doldu. Aralarında 400 kadar Hacca gitmek isteyenler de vardı.
Şeyh Ahmet Haznevi Efendi yüksek sesle;
-Molla Muhammed Emin-i Çermîkî, Molla Abdurrezak’tan sana ders vermesini istedim. Kabul etti. O seni okutacak, dedi. İsmimle seslenmesine hayret ettim. Halbuki benim ismimi sormamıştı. Beni burada tanıyan başka kimse de yoktu.
Zaten evvelden de beni bu zata göndermesini kalben istiyordum. Çünkü bu zatın yanında iyi tahsil vardı. Az sonra o zat camiye geldi. Bana dedi ki:
-Şeyh Efendi sana ders vermemi emretti. Sen talebelerle yarın köye git ben de birkaç gün sonra gelirim.
Ben de kendisine şunları söyledim:
-Kalbimde vaad etmiştim ki Şeyh Efendi, beni tahsil için özellikle size gönderirse, onun hakiki şeyh olduğunu anlar tarikatına girerim. Şimdi aynen öyle oldu. Ben tarikata girmek istiyorum.
Bunun üzerine Molla Abdurrezzak:
-O halde bu gece burada kal tarikata girersin. Yarın da teveccüh var ona da katılırsın, dedi.
Ben de öyle yaptım. Akşam Şeyh Ahmed Haznevî’den tarikat dersimi aldım. Bana bazı önemli tavsiyelerde bulundu. Bana hatırlattığı şeylerden biri de rabıtaydı.
“İki çeşit rabıta vardır. Biri hayâlî diğeri sûrî rabıta. Hayâlî rabıtada şekil vardır. Şeyhin sarığını, cüppesini, görüntüsünü hayal edersin. Sûrî rabıtada ise sabah ve akşam namazından sonra şeyhin yüzü karşındaymış gibi bakarsın. Onun alnında bir nur vardır, bu nuru kendi içine almayı hayal edersin.” Bu minvalde bazı tasavvûfî nasihat ve hatırlatmalarda bulundu.
TEVECCÜH[3]
Pazartesi günü kimse bir şey yemeden kaba kuşluk vakti camiye girildi. Perdeler çekildi. Gözlerin kapalı olması ikaz edildi. Şu uyarı yapıldı:
-Şeyh Efendi yanınıza gelip sizi sallarsa siz de muvafakat edip sallanın. Ağzınıza üfürürse ağzınızı açar nefesini yutarsınız, denildi.
Bu hatırlatmalardan sonra Şeyh Efendi içeri girdi.
-Gözlerinizi kapatın, Şeyh Efendi geliyor, diye seslenenler oldu.
Herkes gözlerini kapattı. Mihraptan Şeyhimizin sesini işitiyorduk. Evvela;
“Medet ya Allah” dedi. Sonra;
“Medet ya Rasulullah” dedi.
Ve Ebubekir-i Sıddık’tan başlayıp kendi şeyhi Hazret’e[4] kadar sıra ile sâdâtları çağırdı. Böyle çağırırken insanlar kendilerini tutamayıp ağlaşıyorlardı. Yüksek sesle ağlayan, bağıran çoktu.
Daha sonra Şeyh Efendi müridleri teker teker gezerek, her birinin haline göre ya bir ayet ya bir hadis veya bir beyt söyledi. Şeyh Efendi ilk önce benim yanıma gelmişti. Bana geldiği andan itibaren bende öyle bir muhabbet oluştu ki tarif edemem. Bambaşka oldum adeta. İnsanların gözü kapalı olduğundan şeyhin geliş ve gidişini görmüyor. Şeyhin gelişi “medet” sözüyle anlaşılıyor. Gittiği zamanda bir aşir okunuyor. Böylece gittiği anlaşılıyor.
Bende bu aşk hali bir müddet çok şiddetli olarak devam etti. Geceleri uykum gelmiyordu. Yolda karşılaştığım açık giyimli gayri müslim kadınlar bana bir hayvan gibi geliyordu. Bazen “keşke tarikata girmeseydim” diye düşünüyordum. Ve bu halim uzun sürdü. “Ben bu haldeyken nasıl ilim okurum?” diye kendi kendime çok sordum. Çünkü daima virdler ve tarikatla kafam meşgul olduğundan tahsilimi devam ettiremeyeceğimden endişe etmeye başladım. Ama elhamdülillah engel bir durum olmadı.
Ama başka bir engel ortaya çıkmıştı. Bu durum da benim Suriye günlerimin sonunun başlangıcı olacaktı.
AÇLIK…
Benim Şeyh Ahmed Haznevî Hazretlerinden ders almam ve teveccühe katılmamdan sonra yaşadığım yeni manevi hal, bir müddet sonra geçti.
Fakat yiyecek madde olmadığından dolayı herkes telaş içinde idi. Hoca Efendi’ye Türkiye’den misafirler gelmişti. Türkiye’de de kıtlık vardı. Bu huzursuzluktan dolayı Hoca Efendi talebelere ders veremiyordu. Çünkü yeme içme ihtiyacını karşılamak tamamen imkânsız bir hale gelmişti. Bunun üzerine, mecburen talebeleri dağıttı. Sadece beni ve bacısının oğlunu bıraktı. Biz de çok fazla ders alamıyorduk. Çok nadir fırsat bulup ders okuduğumda Cami’den beş yaprak okuyordum.
Kıtlık çok zordu. Civar köylerden birisinde bir ölçek buğday satıldığını duyduk. Hocamız, iki silahlı kişi gönderdi. Ancak öyle satın alıp getirebildi. Hocama bir şeyh
-Abdurrezak, misafirliğe gelen akrabalarını kabul etme. Bak sonra erzağın biter aç kalırsın.
-Ben ne yapayım? Diye cevap veriyordu hocamız.
Gerçekten de hocamızın erzağı bitti. Başka birisine devlet tarafından erzak verilmişti. Hocamız ondan istediğinde vermedi.
-Ailece gelin bizde yiyin için ama erzak istemeyin demişti.
Okumayı adeta kökten terk etmiş gibi olduk. Yiyecek bir şey yoktu. On sekiz gün sadece hurma ile idare ettik. Bir müddet sonra arpalar yetişti, biçildi. Ondan ekmek yapılmaya başlandı. Ben de hocama vekâleten harmanlara gider, hocamın hissesini alırdım. Diğer taraftan köy sahibinin yazı işini de yapıyordum.
ŞEYH AHMED HAZNEVİ’Yİ SON ZİYARETİM
Hacdan geldikten bir sene sonra, hem şeyhimi ziyaret etmek hem de Derbesi köyünde bıraktığım kitaplarımı getirmek amacıyla Suriye’ye geçmeye karar verdim. Şeyhi ziyarete gitmek isteyen şahıslara özel bir otobüs kiraladık. Adam başı iki buçuk liraya bizi götürüp getirmesi konusunda anlaştık.
Takriben on sekiz saatlik bir yolculuktan sonra Şeyhimizin bulunduğu Hazne Köyüne vardık. Bir gece Hazne’de yattık. Sabah namazını camide kıldıktan sonra işrak vaktine kadar camide yerimden kalkmadım. Bu esnada hatırıma geldi ki “insan bu şeyhlerden bir keramet görürse onlara karşı itimadı daha kuvvetli olur.” Aradan iki üç dakika geçmeden bir sofi bana:
-Şeyh Efendi seni çağırıyor, diye seslendi.
Dışarıya çıktım. Şeyh Efendi cami avlusunda idi. Avucumu avucunun içine aldı. Cami avlusunda beraber yürümeye başladık. Avluda bir baştan bir başa gidip geliyoruz. Bana dedi ki:
-İnsan Nakşibendilerden keramet ümit etmemelidir. Kerametin en büyüğü şeriat üzere, istikamet üzere yürümektir. Fıkıh’ta zayıf kavl ile amel etmeyin. Caiz ise de amel etmeyin.
Sefere gidildiğinde Şafiiye göre cem caizdir. Fakat etmeyin. Çünkü Ebu Hanife’nin hilafı vardır. Namazı kısaltmak, Şafii mezhebinde mecburi değildir, fakat siz kısaltın. Çünkü Ebu Hanife’nin hilafı vardır. Hilaftan çıkmak ve riayet için kasr edin.
Bütün sünnetleri yapamamak kusur-ayıp değildir. Fakat mümkün mertebe sünnete çok ittiba edin. Her zaman Allah’ı çok zikredin hatta tuvalette bile! Fakat tuvalette zikir kalpledir, dil ile değil. Bunların dışında bana bazı tavsiyelerde daha bulundu.
-Sakal bırakmak istiyorum, dedim.
-Olur bırak, dedi.
Sonra bana seslendi:
-Yirmi gün kadar burada kalsan iyi olur.
Ben de;
-Kitaplarım var. Arkadaşlarım bana yardım edecekler, onun için gitmek istiyorum, dedim.
Bir daha tekrar etti. Ben de cevabı tekrar ettim. Aslında ben maksadını anlamamıştım. Ama daha sonra anladım ki orada yirmi gün kalsaydım hilafet verecekti. Nasip değilmiş, sadece vekalet almış oldum.
-Nereye kadar okudun?
-Şerh-u Şemsi’yi bitirdim, Muhtasar’a başlayacağım.
–Bitir icazet al. İcazette bereket vardır.
-Bana icazet vermesi söz konusu olan hocalarım iki tanedir. Hangisinin yanında icazet alırsam ötekinin kalbi kırılır.
-Hazretin usulüne göre Made-i Kubra kitabı nerede okunursa orada icazet alınır.
-Efendim, tarikatınıza girmek isteyenler var fakat uzak olduğu için yanınıza gelemiyorlar, ne yapalım?
-Ben sana izin veriyorum. Sen onlara tarikat ver. Tarikata giren şayet kadın olursa onlara bir perde arkasından tarikat ver. Sakın bir arada bulunma.
Şeyh Ahmed-i Haznevi, bana, tevbe adaplarını ve tarikat vermeyi tarif etti.
-Bu anlattıklarımın bazılarını unutabilirsin. Bunların yazılısı var onu da vereyim, dedi.
Fakat bahsettiği yazıları yanında bulunduran talebeyi aradılar bulamadılar. Bu arada yol arkadaşlarım otobüse binmişler, sadece ben kalmıştım. Şoför devamlı korna çalıyor benim de gelip otobüse binmemi işaret ediyordu. Ben Şeyh Efendi’ye;
-Yolumuz Amud’an geçiyor. Bahsettiğiniz hususları orada bulunan Molla Abdullatif’e yazdırır alır giderim, dedim.
Makul gördü, zaten Molla Abdullatif, Şeyh Efendi’nin halifesi idi. Üstelik o kadar arkadaşı bekletmek doğru olmazdı. Şeyhimin elini öptüm ve otobüse bindim. Planladığımız gibi Amud’a gittik. Orada Molla Abdullatif’in yanına vardım. Şeyhin emrini söyledim. O da yazıp bana verdi. Memlekete döndüğümde talep edenlere şeyhin emri mucibince tarik verdim. İyice hatırlamıyorum aynı senede mi yoksa bir sonraki sene mi Şeyh Efendi vefat etti.[1]
[1] 1949 yılında vefat etti.
Şeyh Ahmed Haznevi Kimdir?
Son devirde Suriye’de yetişen meşayihlerdendir. İsmi Ahmed’dir. Babası Hoca Murâd Efendi olup, Mardin ilinin İdil (Hazah) ilçesine bağlı Banihe köyündendir. Suriye’nin Kamışlı kazâsına bağlı Hızna veya Hazne köyünde doğduğu için Haznevî nisbesiyle anıldı. Doğum târihi bilinmemektedir. 1949 (H.1369) yılında Suriye’de Kamışlı kazâsına bağlı Telma’rûf köyünde vefât etti. Kabri oradadır.
Babasının İmâm-Hatiplik yaptığı Hazne köyünde dünyâya gelen Ahmed-i Haznevî, tahsil çağına gelince, zamânının âlimlerinden ilim öğrendi. Diyarbakır’ın Silvan kazâsına gidip, o civarda meşhûr olan Müderris Molla Hüseyin Küçük Efendiden zamânın usûlüne göre okuyup tahsîlini tamamladı ve icâzet (diploma) aldı. Tasavvufa karşı alâka duydu. Norşinli Şeyh Abdurrahmân Tâğî’nin halîfesi Hizanlı Şeyh Abdülkâdir Efendinin sohbetlerinde bulundu. Birinci Dünya Savaşından önce hocası Şeyh Abdülkâdir Efendinin vefâtından sonra Abdurrahmân Tâgî’nin oğlu yüksek ilim ve irfan sâhibi Muhammed Ziyâüddîn Norşînî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip talebe oldu. Ameli icaze aldı. Ardından memleketi Hazne’ye dönerek burada tarikatını yaydı. Böylece önemli bir tarikat silsilesini oluşturdu. Bu tarikat silsilesine “Haznevi” denilmiştir.
[1] Suriye’nin Kamışlı Kazasının bir köyüdür. Şeyh Ahmet Haznevi burada olduğundan Hazna köyü haznevi dergahıyla meşhur olmuştur.
[2] Hazne’ye yakın bir köy.
[3] Teveccüh; Teveccüh daha çok Nakşbendîlikte kullanılan bir kavramdır. Teveccühün müridden mürşide doğru olanı “rabıta-i muhabbet” denilen şekildir. Mürid, mürşidinin rühaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin rûhaniyeti onun batınında feyz tesiri gösterir. Bu feyz, beşerî zaaf ve sıfatları izale ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbî beraberlik, şahsiyet transferi ve aynîleşmeyi doğurur.(Prof. Dr.Hasan Kamil Yılmaz)
[4] Hazret; Abdurrahman Tagi hazretlerinin oğlu olan Şeyh Muhammed Diyaüddin hazretlerinin meşhur lakabıdır.