“SEN TÜRKİYE’NİN CASUSU MUSUN?”[1]
Bir gün Silvan’lı Şeyh Yahya, Mardin’li Şeyh Ali ile beraber Amud’da bulunan Şeyh Mehmed Sıddık’ın ziyaretine geldiler. İkisi de o Şeyhin halifelerindendi. Ben de, onların gelmesini vesile kılarak, Şeyh Muhammed Sıddık’ın ziyaretine gitmeye niyet ettim.
Ancak ziyaretimle birlikte eğitimimi ciddi olarak etkileyecek bir olay oldu. Yolda bir Suriye jandarması ile karşılaştım. Kimliğimi istediler. Ben de daha önce Selim bey’in hazırladığı kimliği gösterdim. Selim bey beni bir başkasının üzerinde göstermişti. Beni durduran jandarma da o köydendi. Üzerinde gösterdiği kişiyi tanıyordu. Bu nedenle benim bayancı olduğumu, sahte evrak düzenlediğimi anladı. Üstümü arayınca Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanını ve Türk parasını gördü.
“Pasaportun yok, kaçak gelmişsin” deyip beni karakola götürdü. Oradan da askerler beni Kamışlı’ya götürdüler. Kamışlı’da İngilizleri temsil eden ve müsteşar denilen bir İngiliz askeri amir vardı. Beni onun özel karakolunda nezarete attılar. Benden önce o nezarette atılmış olan bir İranlı Şii ile kol kola bağladılar.
Namaz vakti kolumuzu çözmedikleri için oturarak namaz kılıyordum. Şii olan namaz kılmıyor. Zaman zaman müsteşar, belinde tabancasıyla gelir benim ifademi alırdı. Askerler beni iyi korkutuyorlardı:
-Senin casus olduğunu tespit ederse hapis değil, hemen belindeki tabanca ile seni vurur öldürür, diyorlardı.
Neye niyet neye kısmet. Şeyh efendiyi ziyaret edelim derken kendimizi, tehlikeli bir ithamla hapiste, zor şartlarda bulduk. Ama sabırdan başka çare yoktu…
Hapiste beni kendi işleri için de çalıştırırlardı. Kendilerine su lazım olduğu zaman kolumu çözer, elime iki tenekeyi verirlerdi. Süngülü bir jandarma nezaretinde çeşmeden su getirirdim. Gider gelirken, işgalci İngiliz askerlerinin besledikleri domuzlarla karşılaşırdım.
Okuduğum yer olan Amud’da hakkımda tahkikat yaptılar. Bu tahkikat esnasında beni sordukları kişiler, korkularından benim kim olduğumu bilmediklerini, sadece gelip ders okuyup gittiğimi söylemekle yetinmişler. Netice olarak bu tahkikatlarından casus olmadığım kanaatine varınca beni mahkeme yolu ile hapishaneye gönderdiler.
Kamışlı
(Arapça: القامشلي, Kürtçe: Qamişlo, Süryanice: ܩܡܫܠܝ, ܩܡܫܠܐ) Suriye‘nin, Hasiçi İli‘nin, Kamışlı İlçesi‘ne bağlı bir şehirdir. Ayrıca,Hasiçi İli‘nin en büyük şehridir ve Kürtlerin gizli başkenti olarak kabul edilir. Ayrıca Suriye’nin Kürt sorununun merkezidir. Kamışlı Suriye‘nin kuzeydoğusunda, Türkiye sınırına yakın bir kenttir. Nüfusunun büyük bir kısmını Kürtlerin ve Süryanilerin oluşturduğu kent 1926 yılında Toros Demiryolu çalışmaları sırasında Nusaybin‘den ayrılarak kuruldu. Nüfusu 232,258’dir (2004). Kaynak: wikipedia |
HIRİSTİYAN HÂKİME VERDİĞİM SÖZ
Mahkemeye gittiğimde iki hâkim vardı. Birisi Müslüman diğeri de Hıristiyan’dı. Müslüman olanın ismi Halit, Hıristiyan olanın ismi ise Anton idi. Masalarının üzerinde hem Kur’ân hem de İncil vardı.
Hıristiyan olan Hâkim İngiliz idi. O beni ifademi aldı. Okumaya geldiğimi, okuduğum kitapları, ziyarete giderken yakalandığımı… ona anlatınca gerçekten talebe olduğuma kanaat getirdi. Bana;
-Eğer kefil getirirsen seni hapisten bırakırım. Mahkeme zamanı mahkemeye gelirsin, dedi. Ben de:
-Burada kimseyi tanımıyorum. Okuduğum şehir olsaydı belki getirebilirdim, dedim. Bunun üzerine bana:
-Madem talebesin seni kefilsiz bıraksam mahkeme zamanı gelir misin?” dedi. Ben de:
-Beni tanımadığın halde bana emniyet ederek serbest bırakacağın için, öleceğimi de bilsem mahkeme zamanı geleceğim, dedim.
Bunun üzerine Anton beni serbest bıraktı. Ben de doğruca Amud’da okuduğum medreseye döndüm. O zaman Amud küçük bir nahiye idi. Beni görenler, nasıl öldürülmeyip serbest bırakıldığıma ve tekrar medreseye gelebildiğime hayret ettiler. Bütün olanları onlara anlattıktan sonra bana dediler ki:
-İyi işte serbest bırakıldın. Geçmiş olsun. Artık bir daha mahkemeye gitmezsin. Ne kefilin var, ne adresin belli, ne de bu memleketlisin. Niçin gidersin ki? Seni bulamazlar.
Benim kararım kesindi:
-Ne pahasına olursa olsun gideceğim, onlara söz verdim. Ben bir Müslüman olarak söz verdim. Hem de gitmezsem İslâm’a bir leke olur. Diyecekler ki Müslümanların hali bu. Hoca olacak kişi yalan söyledi. Böyle bir töhmet istemiyorum. Onun için gideceğim.
TEKRAR HAPİSHANE
Ve mahkeme günü Kamışlı’ya gittim.
Mahkeme kapısının dışında sıramı beklemeye başladım. O sırada müsteşar yerine gitmek için oradan geçti. Beni görünce doğruca hâkimin yanına gitti. Bir müddet sonra zil çalındı jandarmalar gelip beni götürdüler. Mahkemeye çıkarmadan, tekrar hapishaneye attılar.
Hapishane dar bir yerdi. Mahkûmlarla dolu idi. Müslüman, Hristiyan, Yezidi gibi her çeşit insan vardı. Çoğu rast gele yakalanmış insanlardı. Her dinden insanlar vardı. Çok izdihamlıydı. Yattığımızda ayaklarımız birbirimizin kafasına göğsüne gelirdi. Sırt üstü yatmak bile yasaktı. Böyle yatanlara çavuş;
-Babanın evinde mi yatıyorsun? Düzgün yat! diye azarlarlardı.
Yatsı olur olmaz “yaaat” emri verilir artık kimse oturamazdı. Ben yatsı namazını kılıncaya kadar hakaretlere maruz kalırdım, bağırırlardı. “Teravih mi kılıyorsun?” diye çıkışırlardı. Yatsıdan sonra ilgililer zaman zaman pencereden bizleri kontrol ederlerdi. Oturan birini gördüler mi, onu tespit eder, sabah olunca gelir;
-Gece duvarı delip kaçacak mıydın? Konuş.
Diyerek acımasızca ayak tabanlarına vururlardı. Ardından hapishane avlusunda koştururlardı. Koşturmaların amacı ayak tabanlarının şişmesini önlemekti. Koşan kişi her çavuşun önünde geçtiğinde sırtına sopasını yerleştiriyor, pencereden olayı seyreden diğer mahkumlar da kahkahalarla gülüyorlardı. Onlar için eğlence çıkmıştı. Mahkumlar için dayaktan fazla bu aşağılanmak zordu. Bu nedenle böyle bir duruma düşmemek için çok dikkat ediyorlardı. Mahkumlar arasında kavga çıksa kim haklı kim haksız bakmayıp ikisini de dövüyordu. Bu nedenle mahkumlar çok korkuyordu. Haksızlığa uğrasa bile sesini çıkarmıyordu.
Ben yatsı namazını kılınca sabah gelip, “sen teravih namazı mı kılıyordun” diyerek kızarlardı.
Hapishane duvarı kerpiçtendi. Fazla yüksek değildi. Bir tarafı açık araziye bakardı. Hapishanede bazı mahkumlar kaçma girişiminde bulunuyor, dışardaki tanıdıklarına haber gönderiyor, yardım istiyorlardı.
Yirmi dört saatte bir defa bizi avluya bırakıyorlardı. Tuvalete ancak o zaman gidilebilirdi. Ondan evvel yasaktı. İçeride tenekeler vardı. Küçük ihtiyacı olanlar bu tenekelere yaparlardı. İhtiyacını giderene kimisi ıslık çalar, kimisi “ayağını kaldır” der gülerlerdi. Ben utandığımdan dolayı buraya (tenekelerde) hiç ihtiyaç gidermedim. Fakat çok zorluk ta çekiyordum. Bilâhare hapishane müdürü benim doğru dürüst olduğumu görünce;
-Zülfikâr oğlu Emin, istediği zaman tuvalete gidebilir, namaz kılabilir, diye bana özel izin verdi. Hapishanede benden başka namaz kılanı da görmedim.
Bize yemek olarak da çok acı bir çorba verirlerdi. Savaş zamanı idi. Suçsuz insanlar hapiste çoktu. Pek çok insan aylarca yattıkları halde mahkemeye çağrılmıyorlardı. Dışarıdan avukat tutmak, dilekçe vermek, ahvalini arz etmek de yasaktı. Tam bir baskı ve diktatörlük hakimdi.
Beş aya yakın hapishanede kaldım. Bu zaman zarfında beni mahkemeye çağırmadılar.
Ben kendi kendime bir dilekçe yazdım. Dilekçem müdüre gidince, derhal beni çağırdı. Herkes ondan korkuyordu. Adnan isimli iri yarı birisiydi. Hapishanede iki kişi dövüşse haklı haksız dinlemez, ikisini de falakaya yatırır, dayak atar sonra da etrafı koşturarak dolaştırırdı ki ayaklarının altı kan toplamasın. Değirmen taşı gibi dönerlerdi bu dayak yiyenler. O esnada şişman müdür de elindeki değnekle önünden geçene vururdu. Mahpuslar pencereden bakar gülerlerdi. Dayaktan çok maskara olmaktan korkulduğu için kimse ses çıkarmıyor dövüşmüyordu. Haksızlık yapana bile ses çıkarılmıyordu.
Müdür beni çağırınca yanına gittim. Bana sordu:
-Bu dilekçeyi kim yazdı?
Biraz durakladıktan sonra;
-Ben yazdım, dedim.
-Niçin durakladın da hemen cevap vermedin?
-Dilekçe vermenin yasak olduğunu işitmiştim, onun için tereddüt ettim.
-Dışarıda başkasına yazdırmak yasaktır. Fakat kendi kendine yazmak yasak değildir. Senin de bu dilekçeyi kendin yazdığına kanaat getirdim. Çünkü imza atanla yazıyı yazanın aynı kişi olduğu görülüyor.
Hiç de beklemediğim halde, dilekçeyi imza etti, bir nevi işleme koydu. Beni koğuşa geri getirdiler. Bir hafta sonra gece geç saatlerde hapishanenin dış tarafından, pencereden birisi;
-Emin Zülfikâr kimdir? diye çağırdı.
-Benim, diye cevap verdim.
-Senin naklin Hazırcan hapishanesine çıkmış, yarın oraya götürüleceksin. Sana iki jandarma refakat edecek. Eğer paran varsa kamyonla gideceksiniz, yoksa sen yaya jandarmalar atlı 18 saat yol gideceksiniz. Ne diyorsun?
-Benim hiç param yoktur.
-O zaman yaya olarak gideceksin, öyle yazıyoruz.
Benim kolumda bir saatim vardı. Önceden satmış parayı harcamıştım. Ve gerçekten hiç param kalmamıştı. Biraz sonra şafak açtı. Ben abdeste gidip namaz kılmaya hazırlandım ki erkenden gelirlerse gideyim diye.
HIRİSTİYAN PAPAZIN GİRİŞİMİ
Hapishane koğuşunda en yakınımda kalan bir papaz ile oğlu ve Apo isimli bir Hıristiyan kişi vardı. Papaz, her sabah yönünü doğuya doğru çevirip, eliyle haç işaretini yapar, sonra “Ya Allah’ın oğlu İsa” diye dua ederdi. Apo isimli bu kişi ben abdest almaya gittiğimde mahpuslara seslenerek:
-Ey Müslümanlar, Ramazan olduğu için Emin Zülfikâr oruçludur. Mevsim de yaz mevsimidir. İki atlı askerin önünde 18 saat yolu yaya nasıl gidebilir? Aramızda para toplayıp onu araba ile gönderelim. Yahut hiç göndermeyelim, diyor.
Hıristiyan Apo ve Papazın girişimiyle, ben abdest alıp gelinceye kadar kendi aralarında 21 lira toplarlar. Ben yanlarına gittiğimde de parayı bana verdiler. Dinleri farklı da olsa, o insanların bu hassasiyeti ve buna diğer mahpusların da destek olması insanlık adına güzel bir hareket idi.
Bu para benim ve jandarmaların yol masrafını karşıladı. Hatta biraz da arttı. Artanla da kendime bir ayakkabı aldım.
HAZIRCAN HAPİSHANESİ
Hasiçi İli ya da Haseki İli, (Arapça:مُحافظة الحسكة, İngilizce: Governorate Of Al-Hasakah),
Suriye‘nin on dört ilinden birisidir. Başkenti Hasiçi‘dir, nüfus ve gelişmişlik bakımından en büyük şehri ise Kamışlı‘dır. 2009 Suriye nüfus sayımlarına göre nüfusu 1,443,000 kişi civarındayken, 2010‘daki global verilere göre nüfusu 1,272,702 kişi civarındadır ve büyük bir düşüş yaşamıştır. Yüzölçümü ise 23,000 km² ‘dir. |
Arabaya bindik. Hazırcan hapishanesine gittik. Burası vilayet idi. Oradaki mahpusların bazıları beni tanıyorlardı. Benim geldiğime sevinip birbirine müjde verdiler. Hapishane Müdürü de namaz kılanlardandı. Fakat çizmeleriyle tuvalete gider, öylece gelir bize imamlık yapardı. Mahpuslar bana ikramda bulundular, döşek verdiler. Çok hürmet saygı gösterdiler. Burada sanki hapiste değildim. Hapishanede Şeyh Ahmed-i Haznevi’nin müritlerinden de vardı.
…VE AF
Şükrü El-Kuvvetli
İkinci dünya savaşı sırasında Fransa, Alman işgaline uğrayınca İngiltere ve özgür Fransız kuvvetlerinin ortak harekatı sonucu burası ele geçirildi. Suriye’nin bağımsızlığı ilan edildi. Ardından 1943 yılında yapılan seçimle Şükrü el-Kuvvetli Suriye Cumhurbaşkanı seçildi. Şükrü el Kuvvetli Suriye’nin bağımsızlıktan sonraki ilk Cumhurbaşkanı Şükrü el Kuvvetli 1943-1949 ve 1955-1958 yılları arasında iki defa cumhurbaşkanlığı yaptı. Doğum: 1891, Şam, Suriye Ölüm: 30 Haziran 1967, Beyrut, Lübnan
|
Bu hapishaneye geldiğimden bir kaç gün sonra Şükrü Kaya (Şükrü Kaya değil, Şükrü el-Kuvvetli olacak. Şükrü Kaya eski içişleri bakanımızdır.) adındaki zat Suriye Cumhur Reisi oldu. Bazı mahpuslara af çıkardı. Bunlar arasında benim de adım çıktı. Filhal bizi hapisten çıkardılar. İngiltere’yi orada temsil eden Konener denilen kişinin odasına götürdüler. Biz orada beklerken iftar topu atıldı. Ertesi gün de bayramdı. Muamelelerimiz bitmeden mesaiye son verildi. Jandarmalar bana:
-Seni tekrar hapishaneye götürmemiz olmaz. Bir şey olsa biz mesul oluruz. Burada bir kimseyi tanıyorsan sana kefil olsun, seni serbest bırakalım. Yarın gelir muameleni tamamlarız, dediler. Ben de;
-Hocanın oğlu Hasan Ağa’yı tanırım, dedim.
Bu zat o zaman mendup yani milletvekili idi. Jandarma benimle geldi ona gittik. Bana kefil olup olmayacağını ondan sordular. O da beni tanıdığı için “kefil olurum” dedi. Ve beni serbest bıraktılar.
O gece Hasan Bey’de misafir kaldım. Sabah beraber bayram namazına gittik. Kahvaltıdan sonra Hasan Bey:
-Seninle Konner’in yanına gidelim. Ona seni Türkiye’ye teslim etmemesini burada bırakılmarını söyleyeyim, dedi.
Çünkü kanunen Türkiye’ye gönderilmem gerekiyordu. Fakat tahsilim bitmemişti. Askerliğim de geçmişti. Türkiye’ye dönmem halinde beş sene askerlik yapacaktım Eğer Türkiye’ye dönsem, tahsilimi tamamlayamayacaktım. Bu sebeple ülkeme dönmek istemiyordum. Hasan Bey ile Konener’in konağına doğru giderken kaymakam ve hâkim ile karşılaştık.
-Hasan Bey, seninle bayramlaşmaya geliyorduk, dediler.
Bunun üzerine Hasan Bey onlarla beraber eve döndü. Haco adındaki 18 yaşlarındaki kardeşini benimle gönderdi. Bu genç, gözü açık sevilir biri idi. Beraber Konener’e gittik. O içeri girdi. Bana dışarıda beklememi söyledi. 8-10 dakika sonra çıktı. Bana:
-Serbestsin, seni Türkiye’ye de teslim etmeyecekler, dedi.
Bunun üzerine Amud’a eski medreseme döndüm. Fakat baktım ki orada hiç talebe kalmamış. İngilizler evlerde arama yapmışlar halkın yiyeceklerini toplamışlar. Ancak hocamız karpuz ekmişti. Talebeleri gidip onu topluyorlardı. Bende gidip yardım ettim. Gelirken yolda hocamızın akrabalarından Reşit isimli birisiyle karşılaştım. Beni tanımadı.
-Sen kimsin? Diye sordu. Ben de
-Ben Türkiye’den geliyorum
-Türkiye’nin durumu nasıldır? Diye sordu
-Türkiyede bolluk ve ferahlık var dedim
Sevindi. Kendisine müjde verdiğimi bana bir şey verip vermeyeceğini sordum. Elindeki ekmekten bir parça vermeye tereddüt ediyordu. Bu sırada arkadaşlarım yetiştiler ve
-Sen Emin’i tanımadın mı? O, hayıflandı.
Bu ortamda eğitim yapamayacağımızı düşündüğümüzden Türkiye’ye dönmeye karar verdik.
[1] Burda bahsedilen savaş ikinci dünya savaşıdır. Suriye Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. Fakat haziran 1940 yılından sonra Fransızlar, Suriye’yi İngilizlere bırakırlar.