Japonya’ya Gidiş
Uçak mühendisi Dr. Davut Kervanoğlu beni evine götürdü. Bir iki gün beni bırakmadılar, misafir ettiler. Ben Japonya, Çin, Pakistan, Suriye, Hindistan, Mısır, İstanbul üzerinden bilet istedim. Bunun mümkün olmadığını söylediler. Bunun üzerine bin beş yüz dolara Japon, Çin, Pakistan bileti aldım. Belki param yetmez diye Davut Kervanoğlu’ndan beş yüz dolar borç aldım. Davut Bey bana bu parayı İstanbul’daki kardeşine ödememi söyledi. Ben de İstanbul’a gelince kardeşine beş yüz doları verdim ve kendisine durumu telefonla bildirdim.
Oradaki mühendislerle beraber hava alanına gittik. Salı günü öğleye yarım saat vardı. O mühendisler hava alanı görevlilerine bana Müslüman yemekleri verilmesini tembih ettiler. Yakama madalyaya benzer bir şey raptettiler. Uçağa bindim. Uçak hep okyanus üzerinde uçtu. Tokyo’ya kadar hiç kara yoktu. Hep deniz üzerinde uçuyordu.
Yerim pencere önünde idi. Kur’an’ımı alıp okumaya başladım. Zaman zaman dışarıya da bakıyordum. Uçak çok yüksekten gittiği için Okyanus üzerinde buluttan dağlar vardı. Tıpkı Suudi-Mekke dağlarına benziyordu. Bazıları insanın üzerine düşecek gibi sivri burunları aşağıya iniyordu. Uçak bunların arasına girmiyordu. Yanından sıyrılıp geçiyordu.
TOKYO
On bir saat sonra Tokyo’ya indik. İnişte bavulumu görevliler taşıdı. Bavul çok ağırdı. Kitaplarla doluydu. Gerekli muameleyi kendileri yaptılar. Beni otobüse bindirdiler. Amerika’daki otele benzer bir otele götürdüler. Dördüncü veya beşinci katta tek başıma bir oda verdiler. Tuvaleti, banyosu içinde idi. Otel içinde lokanta vardı. Lokantacı kendi usullerine göre başını eğip herkese hoş geldiniz deyip hürmet gösteriyordu.
Hürmet iyiydi ama yemeklerini hiç yiyemiyordum. Ekmekleri tatsızdı. Amerika’dan mühendis kardeşler, başta Davut Kervanoğlu ve arkadaşları olmak üzere tüm kardeşler -Allah onlardan razı olsun- telefonla beni sürekli takip ediyorlardı. Otelden durumumu soruyorlardı. Bana dediler ki:
-Otelci, yemekleri boykot ettiğinizi söylüyor. Sen üst üste oruç mu tutuyorsun?
Tabi ki mesele, onların yemeklerini yiyemeyişim idi. Gezdiğim diğer tüm ülkelerden Japonya’yı daha pahalı gördüm. Bazı yerlere telefon ettiğimde bana:
-Buraya nasıl geldin. Çok pahalı buralar. Burada çok kalma, diyorlardı.
Oraya indiğimde vakit öğlen ile ikindi arası idi. Öğle namazını kıldım. Amerika’dan ayrıldığımda salı günü idi. Ben o günün öğle namazını kıldığımı sanıyordum. Meğer Çarşambanın öğleni imiş! Bana Amerika’dan telefon ettiler ki “bugün Pakistan vizesini al. Eğer bugün almazsan iki üç güne kadar alamazsın.” Ben, “yarın cumadır, yarın alırım” dedim.
-Sizin Cuma bu gün. Yarın burada Cuma olacak, diye beni ikaz ettiler.
Japonya’daki Müslümanlar, İslami yaşamdan biraz uzaktılar. Hatta bir camiyi depo olarak kullandıklarını söylüyorlardı.
JAPONLARIN NEZAKETİ ve İKİ NAMAZ HİKÂYESİ
Vize işlemleri için başvurmaya gittiğimde, bir dairede, üç erkek üç bayan vardı. Kıbleyi bilmiyordum. Öğle namazı kılmak istedim. Onlara Pakistan’ı sordum. Çünkü biliyordum ki orada Pakistan’a yönelince kıbleye dönülmüş oluyordu. Benim Pakistan’ı sormam üzerine görevli bayan hemen harekete geçti.
Eliyle işaret ederek kendisini takip etmemi işaret etti. Ben de onu takip ettim. Birkaç kapıdan içeriye girdik. Bana tuvalet ve abdest alma yerini gösterdi. Abdestli olduğum halde yeniden aldım. Kapıdan çıktım baktım ki bayan gitmemiş beni bekliyor! Ne kadar hayret verici ve insani bir tavır!…
Hiç önümde yürüyen olmadı o memlekette. Hep yanımda yürüyorlardı. O bayan da yanımda yürüyerek bana rehberlik ediyordu. İlk oturduğumuz yere gelince iki eliyle, bir tarafı işaret ederek:
-Pakistan, Pakistan, dedi.
Sonra gidip bir harita getirip açtı. Tokyo ve İstanbul’u gösterdi. Tokyo doğu, İstanbul batıda kalıyordu. Bana bir çay ve yiyecek ikramında da bulundular.
Söz namazdan ve inançtan açılmışken aynı yıl Müslüman ülkemde yaşadığım bir olayı aktarayım: Bir seyahat dönüşü Ankara’daydım. Mevsim kış, öğle namazını kılamamışım, vakit daralmış, geçmek üzere. Eve gidip kılsam, namaz yetişemeyecek. Sağa sola baktım, namaz kılacak bir yer bulamadım. Sonra kendi kendime şöyle düşündüm: “Önümdeki binanın dışında, bahçede, soğuk da olsa namazımı kılayım.”
Bahçeye çıktım, uygun bir yer belirleyerek paltomu serdim. Otel olduğunu sonradan anladığım binanın girişinde bulunan birinin beni süzdüğünü önceden fark etmiştim. Ben namaza duracaktım ama o şahıs bana doğru gelince ben namaza başlamadım. Bana namaz için uygun bir yer göstermeye geldi, soğukta titreyerek namaz kılmama gönlü razı olmadı, diye düşünüyordum. Adam tam yanıma gelince kızgın bir ses tonuyla bağırarak:
-Hacı amca sen ne yapıyorsun? Sen burasını cami mi sandın? Hiç burada namaz kılınır mı? İlle de kılacaksan git bir cami bul kendine!…
Evet, bir taraftan bir Müslümanın namaz karşısındaki tavrı, diğer taraftan bir kâfirin namaz ve yaşlı bir insan karşısındaki tavrı.
***
Vizeyi alacağım gün birisi gelip beni götürdü. Bazen otobüs, bazen taksi, bazen de kayıklara bindik. Konsolosluğa gittiğimizde saat 12’yi geçiyordu. Yolda üç-üç buçuk saat zaman geçti. Benden resim istediler. Beni getiren şahıs bir yere götürdü. Taksiden inince bir kapı açıldı. Bana “gir” dedi. Asansör zannettim girdim. Bir ayna ile karşılaştım. Aynaya bakınca üstten fotoğraflarım düştü. Resimleri alıp dışarı çıktım. Taksi bekliyordu. Binip konsolosluğa gittik. Pakistan vizesini aldım.
ÇİN
Oradan Çine uçakla gittim. Beş buçuk saat süren bir yolculuktan sonra Çin’e indik. Çok güzel manzaralı bir otele götürdüler beni. Otel paraları uçak biletine dâhildi. Bileti Amerika’da almıştım. Müstakil, geniş, müzeyyen bir oda verdiler. Tuvalet, banyosu, tv, telefon, her şeyi var.
Buzdolabında çeşitli meşrubatlar dolu. İnsan gece gündüz kalsa sıkılmayacak durumda, ferah bir mekân. Elbise dolabı otomatik açılıp kapanıyordu. Elektrik; anahtar yere bırakılınca yanıyor, kaldırınca sönüyordu. Orada lokantaya gitmiyordum. Yemekleri odaya getirip imza karşılığı veriyorlardı. Bir iki defa televizyonlarına bakmak istedim. En adi bir şekilde fuhşiyat gördüm.
Çin’deki Müslüman gençlerden oradaki durumu sordum. Kendilerine çok eziyet verildiğini söylediler. Fakat önceye nazaran biraz eziyetlerin hafiflediğini söylediler.
-Ne kadar tahsil görsek de bize vazife vermiyorlar. Dinimizi öğrenmek, Kur’an okumak yasak! Fakat hacca mani yok. Bazen gençler hacca gider, İslâm memleketlerinde kalır okurlar.
Ebu Talip adındaki genç biraz Türkçe biliyordu. Dedi ki:
-Annemle beraber Hacca gittim. Dönerken İstanbul’a geldik. Oradaki Müslümanlar bize ilgi gösterdiler, gezdirdiler. İzmir’e götürdüler. Annem geçici olarak orada kaldı. Ben memlekete geldim.
Türkiye’ye Dönüş
Çinde kısa bir müddet kaldıktan sonra, oradan da Pakistan’a geçtim. Dört buçuk saat sonra Karaçi’ye indim. İki üç gün kaldıktan sonra Amman – İstanbul bileti aldım. Dört saat sonra Amman’da indim. Ertesi gün de yine uçakla İstanbul’a geldim. İstanbul-New York 11 saat; New York – Los Angeles 6 saat; New York – Tokyo 11 saat; Tokyo – Çin 5,5 saat; Çin – Pakistan 4,5 saat; Pakistan – Amman 4 saat; Amman – İstanbul 2 saat. Toplam 44 saat yolculuk yaptım.