UMUMİ MANADA DÜNYA MÜSLÜMANLARININ DURUMU İÇ AÇICI DEĞİL

Soru: Öncelikle sormak istediğimiz soru, dünya Müslümanlarının ilmi durumu nedir? Siz dünyayı gezmiş, Müslüman cemaatleri görmüş birisi olarak bu hususta neler söyleyeceksiniz?

  1. Emin ER: Hassaten dünya ülkelerini gezmemizdeki gayemiz, Müslümanların çalışmalarının nasıl olduğunu, bu çalışmaların yeterli olup olmadığını görmek içindi. Fakat, gezip gördüğümüz yerlerdeki tavırları beğenmek pek mümkün olmamıştır. Avrupaya gittiğimde bütün cemaatleri gezmek, görmek ve tavırlarını incelemek istedim. Fakat buradaki cemaatlerin birbirine gitmediğini gördüm. İslami cemaatlerin durumunu beğenmedim. Faydalı olanlar da var, olmayanlar da var.

Gittiğim yerlerde 20 kadar sorunun cevabını aradım. Bu soruların içerisinde nüfus, eğitim, Müslümanlarla münasebetleri gibi bir çok sorular olmuştur. Ayrıca fabrikalara ve okullara giderek bazı çalışmaları yerinde gördük. Tamamiyle şeriat nizamıyla hareket eden cemaatleri göremedik. İslamiyet’i bilmiyorlar ve yaşamıyorlar. Bunların arasında en önemlilerinden İhvan-ı Müslimine yakın bir cemaat oluyor. Merkezlerine gitmiştim. Fevkalede bir bina. Bazı şehirlerde camileri var ve bunların yanında çocukların okuyabileceği yerleri var. Tamamiyle İslam’ı öğrenme olayı yok. Tertiplemiş oldukları bir toplantı vardı. Bu toplantıya gittim. Biletle giriliyordu. Erkek, kadın hepsi karmakarışık. Sordum “Niçin böyle?” “Kadınlarla erkekleri ayıramayız” dediler. Yani İslam’ı çağa uyduruyorlar. Umumi manada dünya Müslümanlarının durumları iç açıcı değil.

Soru: Kan vermenin fıkhi hükmü nedir?

  1. Emin ER: Kan vermek; İnsanlığın veya Müslümanlığın kutsallığına bir hakaret, hürmetsizlik olmadığından, başkalarına da menfaat (yararlık) sağladığından hadis-i şerifte de “Sizin en hayırlınız başkalarına menfaat vereninizdir” buyrulduğundan verilen de dostu, akrabası veya değerli bir kimse olursa ona faydalı olmak için kan verilince kendisi de zarara uğramıyacaksa caizdir, iyiliktir, ihsandır.

Soru: Kan vermek orucu bozmuyor. Fakat kan verdiği için bayılmak noktasına gelen birisinin orucu bozması halinde ne yapması gerekir?

  1. Emin ER: Kan vermek orucu bozmaz. Kan veren kişi oruçlu ise ve kan veridiğinde böyle zor durumda kalacağını bilmezse orucu bozması halinde gününe gün gerekir. Kefaret olmaz.

Soru: Hilalin görünmesi konusunda da oldukça ciddi tartışmalar var. Hilalin görünmesiyle birlikte bazı ülkeler oruç tutmakta veya iftar etmektedirler. Bu husus hakkında görüşlerinizi tekrarlar mısınız?

  1. Emin ER: Cumhur ulemanın görüşüne göre, hilalin bir yerde görülmesi halinde oruç tutmak ve yine iftar etmek vacip oluyor. Hanefi, Hanbeli ve Maliki mezhebine göre durum böyledir. İmam-ı Şafii de ise durum daha da farklıdır: Bir belde de hilal görmedikçe oruca başlanmıyor ve iftar edilmiyor. Bir ülkede oruca başlanması veya iftar edilmesi delil kabul edilmez. Ancak şahit gelirse veyahut ta kadı ay göründü derse oruca başlanır veya iftar yapılır.

Kısaca, cumhur olan görüşe göre Maliki, Hanbeli ve Hanefi mezhebine göre dünyanın neresinde ay görünürse oruç tutulur veya iftar edilir. İmam-ı Şafii buna muhalefet etmiş ve biz göreceğiz demiştir.

Soru: Devlet, memurlarından ve işçilerinden tasarruf adı altında para kesiliyor. Daha sonra da nema adı altında zorunlu tasarruf faizi ödemeleri yapıyor. Bu konuda görüşlerinizi alabilir miyiz?

  1. Emin ER: Bu şüpheli bir durumdur. Şüpheli durumlardan kaçınmak gerekmektedir. Kesin faizdir diyemiyoruz. Çünkü irade veriyorlar. Buradan gelen parayı mümkünse İslam’i cemiyetlere verin. Fakat çok zor durumdaysa şahıs bu parayı kullanabilir. Buna kesin faizdir denilmez. Fakat tekrar etmek gerekirse, şüpheli şeylerden sakınmak takva gereğidir.

Soru: Tasavvuf deyince ne anlıyoruz. Tasavvuftan gaye nedir?

  1. Emin ER: Tasavvuf; Sahabilerin, Allah dostlarının yoludur. Allah’a zahiren ve batınen kulluk yapabilmenin adıdır. Ruhsatlardan sakınıp, azimetle amel edebilmektir.

Tasavvuf; Kulun bütün hareketlerinden Allah’tan bir an bile olsa gafil olmayarak sürekli Allah’ı anması, O’nu zikretmesidir.

Abdulhalık-ı Nedvi risalesinde, tasavvuf: Fıkhı batındır, tezkiye-i nefstir demiştir.

Soru: Daha önceleri tasavvuf yoktu. Tasavvuf dış tesirlerden etkilenme bir şeydir. Yunan, Hind, İran tesirlerinden meydana gelen bir oluşumdur diyorlar?

  1. Emin ER: Bunlar çok yanlıştır. Tasavvuf İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde de beyan ettiği gibi, İslam’ın esaslarındandır. Sahabilerden gelmedir. Yalnızca isim olarak ve Hadis-i Şeriflere bakarsak, Allah ve Resulü’nün bizlere bildirdiği emirler ve nehiylerin büyük bir çoğunluğununun batına taalluk ettiğini görürüz. Hatta zahiri gözüken Gazali’nin buyurduğu gibi ahkam-ı batın, ahkam-ı zahirenin şartlarından kabul edilmiştir. Allah’ın emirlerini bu şekilde anlamışlar ve öylece uygulamışlardır. Yani, önce kalplerinde, batınlarında Allah’ın emirlerini tahakkuk etttirmişler sonra hayatlarında ve çevrelerinde uygulamışlardır.

Hatta İmam-ı Azam efendimiz fıkhı tarif ederken; “Kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir” demiştir. Daha sonraları bu tarifin batıni kısmı ve anlayışı terk edilerek sadece zahiri kısmı ele alınmış ve öylece yorumlanmıştır.

Sahabe ve taiin döneminde ilimler sudur’larda ve ve kalplerde oludğu için zahir ve batın birlikte değerlendiriliyordu. Sonraları ilim sudurlardan satırlara geçince, yazıya ve kitaplara dönüşünce ilmi zahir ve ilmi batın diye ayırımlar yapıldı. Alimlerin bir kısmı fıkhı zahirde meşhur oldular. İmam-ı Azam, Ahmed ibni Hanbel, İmam Şafii ve İmam Malik gibi. Bir kısım alimlerde fıkhı batında meşhur oldular. İbni Sirin, Hasan Basri, Cüneydi Bağdadi gibi. Fıkhı batınla uğraşanlar arasında zamanın gereği bir kısım istilahlar, işaretler gelişti. Fena, Beka, Seyr, Suluk… gibi. Bunun yanında vesilelerde de ihtilaflar baş gösterdi ve fıkhı batında ayrı ayrı yollar izlemeye başladılar. Böylece ayrı ayrı isimlerde tarikatlar meydana geldi. Nasıl mezhep imamları arasında meselelerde ihtilaf olmuş ve Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli mezhepleri doğmuşsa, fıkhı batında yani tasavvuftaki ihtilaflar yüzünden de Nakşi, Kadiri, Rufai, Çeşti, Sührevirdi, Kübrevi… gibi tarikatlar oluştu. Bunlar da gayet normaldır. Çünkü, herbiri Allah’a yaklaşmada Resulünün sünnetine ittibada, inançda değil de amelde ayrı ayrı yollar denemişlerdir.

Soru: İntisap hakkında ne söyleyebilirsiniz?

  1. Emin ER: İntisap; bağlanmak, biat etmek, bir kişiye nisbet olmak manalarına gelir. Bağdatlıyım, Ankaralıyım derken bu beldelere nisbet edilmiş oluyor. Filan kişi benim şeyhimdir derse, o şeyhe o kişinin intisaplı olduğunu anlıyoruz. Tasavvuftaki insap biat manasınadır. Biat meşrudur. Sahabilir, efendimiz Peygamberimize ve dört halifeye biat etmişlerdir. Tasavvufi manada biat, yani insap: Şeyhin Allah ve Resulü için söylediği nasihatlara uymak, sünnete sarılacağına, ahlaklarını güzelleştireceğine ve hep İslam yolunda çalışacağına şeyhinin huzurunda söz vermek ve sözleşmek demektir. Bu meşru’dur. Kitapta ve sünnette beyan edilen hususların daha organizeli bir şekilde yerine getirilmesidir. Mesela; intisaptan sonra abdestsiz gezmiyorlar, zikir, tesbih ve diğer nafile ibadetleri bol bol yerine getiriyorlar. Bunlar zaten Sünnet-i Resulullah’da tavsiye edilen hususlardır.

Soru: Kısaca Rabıta’dan bahseder misiniz?

  1. Emin ER: Rabıta, lügatte birşeyi birşeye bağlamak, ıstılahta ve tasavvufi manada müridin mürşidini cemalen karşısında ve iki gözü arasında bir nur gibi hissederek düşünmesi ve öylece tefekküre dalmasıdır. Veya şeyhinin hal ve hareketlerini tamamen aklında tutarak tefekkür ederek kendi hareketlerini şayhinin hareketlerine benzetmesidir. Şeyhim böyle yedi, böyle içti, böyle hareket etti, diyerek kendisini de o hareketlere benzetmesidir. Bu tür düşünmeye de rabıta diyenler olmuştur.

Rabıta meşrudur diyenlere: “Sadıklarla beraber olmak” ayetini delil göstermektedirler. Sadıklarla beraber olmak ya maddeten, ya manendir. Kişi bedenen sadıklarla beraber olur, onların sohbetlerine iştirak eder ve onlara hizmet ederse maddeten beraber olur. Manevi beraberlik ise: Kişinin sadık zatın veya zatların huzurunda bulunuyormuşcasına, onların sohbetinde imişçesine tefekkür etmesidir. Bir de: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana ittiba ediniz ki, Alalh’da sizin günahlarınızı mağfiret buyursun” ayetini rabıtaya delil göstermişlerdir. İttiba için iki şarta ihtiyaç vardır. Ya bizzat tabi olunacak zatı görmek veya onu hayal etmek. Şimdi biz ümmet için Resulullah (sav)’i dünya gözüyle bizzatihi görmek mümkün olmadığından hadisi şereflerin ve şamail-i Resulullah’ın ışığı altında Peygamber efendimizi gözlerimizle, kalblerimizle ve aklımızla hayal ediyoruz ve öylece sünnet-i seniyyelerine yapışmak istiyoruz. İşte bu yapılan rabıta manasında Resulullah’a ittibadır.

Şimdi bir şeyh ders tarif ederken işte böyle hareket edeceksiniz dese ve onu göremeyen müridler de öylece hayal etse ve rabıta etseler şeyhlerine ittiba etmiş olurlar. Şeyhini görenler de zaten onu gözünün önüne getirerek, kendilerine verilen dersleri (ki bu dersler, kulu Allah’a daha kolay yaklaştırabilmek için) yapmaktadırlar. İşte biz buna rabıta diyoruz.

Mesela, Resulullah (sav) efendimiz hadisi şeriflerinde “Ölümü çok çok düşününüz” buyurmuşlardır. Şimdi ölümü düşünmek nasıl olacak? Elbette insan öldüğünü gözönüne getirecek, kefenlendiğini, gasledildiğini, cenazesinin kılındığını ve mezara defnedilidğini düşünecek. Bu neyle olur? Ölümü hayal etmekle, ölümle rabıtalı olmakla mümkün olur. Zaten buna da tasavvufta “Rabıta-i mevt” demişlerdir.

Hadis-i Buhari’de de Hz. Ebubekir-i Sıddık  (ra) “Ya Resulullah! Tuvalette dahi seni görüyor, gözlerimin önüne cemaliniz geliyor ve haya ediyorum…” buyurarak rabıtaya işaret etmiştir. Bu hadis sahih hadistir.

Kanaatimizce rabıtanın en güzel delili şudur: Sahabe-i güzin efendilerimiz Peygamberimizin sohbet halkalarında bulunurlarken kalben söyledikleriyle beraber Peygamberimizi düşünüp zikrediyorlar ve büyük bir huşu yaşıyorlardı. Hatta bir kısım sahabi, Efendimize gelerek: “Ya Resulullah! Bizler münafık olmaktan korkuyoruz. Huzurunuzda bulunduğumuz vakit sizleri kalben düşüyüro ve zikir ile kendimizden geçiyoruz. Ama sizden ayrılınca bu durumu yaşayamıyoruz. Nifak mı oluyor korkusunu yaşamaktayız” dediklerinde, Peygamber (sav) efendimiz: “Öyle düşünmeyin. Çünkü sizlerin o halinizle melekler musafaha ediyor” buyurdu. Kanaatimizce bu en güzel delildir. Çünkü, Resulullah’ın huzurundan, ayrılmadıklarında da rabıta ve zikir yapmıştır sahabi efendilerimiz.

Peygamberimizin yolunad giden ulema ve salihlerimizde de, ümmetin yol göstericileri ve önderleri olduğu için bu hal onlarda da bulunur. (Peygamber varisleri olmaları hasebiyle) Yani, bu gibi zatların yanında hep Allah (cc) hatıra gelir. Zikir hatıra gelir. Hadis-i şerifte de: “Sizin en faziletliniz, görüldüğünde Alalh hatıra gelendir” buyurulmuştur. Demek ki, her hangi bir şahsı gördüğümüzde Alalh ve Resulü hatırımıza geliyorsa ve onun hali bizi takvaya sevk ediyorsa o zat ümmetin ulularındandır, ulemadandır, sulehadandır. Bu gibi zatların yanından ayrılıp onların hallerini hatırımızda tutsak yani rabıta kursak yine Allah ve Resulü ve takva hatırımıza gelir. Şimdi bundan güzel bir şey olur mu?

Demek ki rabıta: Şeyhin suretini düşünmeyi, göz önüne getirmeyi vesile ederek, Allah ve Resulünün hatırlanmasına, zühd ve takvaya sevk etmektedir. Allah’tan gafil olmamayı kazandırmaktadır. Bunlar zaten Kitap ve Sünnet’le emrolunan hususlardır.

Gerçek tasavvufta rabıta asıl değil vesiledir. Bu da zaten şeyh ve mürid tarafından bilinir. Ben bu konuda rabıtayı kabul etmeyenlere cevap olsun diye Suriye, Ürdün, Mısır ulemasına altı kadar mektup yazdım. Hepsi de zikri, nefyü isbatı, rabıtayı kabul ettiklerini ve bunların meşru olduklarını beyan ettiler.

Rabıta tasavvur etmektir. Cenab-ı Allah’ın dışında  herşey tasavvur ve tahayyül edilebileceğinden şeyhin de tasavvuru, rabıta kurularak tahayyülü meşru görülmüştür.

Şimdi bu güzel vesileye karşı çıkanlara söylenecek şey: “Allah kendilerine akıl versin, idrak ve anlayış versin.”

Soru: Hocam, rabıtanan gayri meşru, haram ve şirke götürücü şekilleri de oluyor mu?

  1. Emin ER: Tabi, rabıtayı maksad edinirsen, maksud bilinir… Müridler rabıta ve tesbihatlarının sonunda “ilahi ente maksudi ve rızaka matlubi” derler. Ayrıca rabıta herekese yapılmaz. Büyük zatlara, salih kişilere rabıta edilir. İstikameti, fikri, zikri, görüşü bozuk olana rabıta yapılmaz. O zaman bilmeyerek rabıta yaptığı kişi yüzünden insan, Allah muhafaza itikaden tehlikeye girer.

Bir de cebinde, yanında resim taşıyarak ve karşısına resim koyarak rabıta edenler vardır ki bu çeşit rabıta kesinlikle haramdır. Ve insana fayda yerine zarar verir. Avamdan bazı kişiler namazda bile rabıta yapıyorlarmış. Bu çok tehlikelidir. Kişi namazda, fatiha’yı okurken “iyyake na’budu ve iyyake neste’in” dediği anda şeyhiyle rabıtalı olursa bu şirke kadar götürür insanı. Çünkü şeyhine ibadet etmiş ve şeyhinden yardım istemiş olur. Bunlar korkunç şeylerdir. Allah muhafaza buyursun.

İmam-ı Gazali (ra)’nın buyurduğu gibi: “İnsan namazda huşulu olabilmek için yanında veya arkasında şeyhini veya o yörenin en alimini, salihini düşünürse bu caizdir. Çünkü onu yapmakla namazda huşu şağlanmaktadır. Bu çeşit rabıta da sürekli zihninde tutarak değil, yanında o zat varmışcasına düşünülerek yapılır (Kalpte tutarak değil). Yani kişi kendisini salihler meclisindeymiş gibi düşünüyor ve onlarla birlikte Allah’a ibadet ediyormuş gibi kabul ediyor.

 

 

Soru: Mahmud Sami Ramazanoğlu ile bir alakanız olmuştu. Onu anlatabilir misiniz?

  1. Emin ER: Kendisini ziyaret etmek istedim. Evvela Mustafa Alemdar’la görüşmem gerektiği söylendi. Kendisine “Şeyh efendi ile görüşmek istiyorum” dedim. Sabah namazına Ravza’da Ashab-ı Soffa’ya gittim. Mübarek orada oturmuş duruyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin ziyaretine gitti. Biz de arasından gittik. Bu arada konuşma yok. Daha sonra eve dönüldü. Yemekler sıralanmış. Oturmaya işaret ediyorlar. Bana yaklaş diye işaret etti. Besmele çekerek yemeğe başladık. Kuşlar gibi çok az yiyiyordu. Dua okundu. Yemekten sonra ellerini yıkadı. Duha namazını kıldı. Beni çağırdı “istihare yap” dedi. İstihare ettim. Ertesi gün yine aynı yerde toplandık. “Sonra ben bir şey görmedim” dedim. Ertesi gün tekrar istihare namazına yattım ve gördüm. Büyük bir halka ve ortada boş bir yer gördüm. Oraya gitmek istedim. Yanımda iki kişi var. Ben onlara dedim ki “Sami efendi hakkında hayrette kalıyorum” Onlar “O’nun gibisi yoktur” dediler. Uyandım. Şafağa iki saat vardı. Abdest aldım, namaz kıldım. Aynı yere eve geldim. Beni çağırdı. Durumu söyledim. Ondan sonra bana iki koldan ders verdi. Biri Nakşibendi ikincisi ise Geylani yani Kadiri yolu. Abdülkadir Geylani’den bizzat vekalet almıştı.

RAHMET dergisi Ocak 1997

MAHMUT SAMİ RAMAZANOĞLU KİMDİR?

1892 yılında Adana’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamladı. İstanbul’da Darü’l-fünun Mektebi’ne girdi. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirdi. Memleketi Adana’da Cami-i Kebir’de vaaz ve hususî sohbetler yaptı. Şahsi geçimi için bir kereste ticarethanesinin muhasebesini tuttu. 1979 yılında Medine’ye yerleşti. Arzu ettiği gibi Medine’de 12 Şubat 1984 pazar günü vefat etti. Medine’deki Mescid-i nebevi yanındaki Cennet’ul Bâkîyye Mezarlığı’na defnedildi.

Eserleri

  1. Hazreti İbrahim (AS)
  2. Hazreti Yusuf (AS)
  3. Yunus ve Hud Sureleri Tefsiri
  4. Bedir Gazvesi ve Enfal Suresi
  5. Uhud Gazvesi
  6. Tebük Gazvesi
  7. Hazreti Ebu Bekir (RA)
  8. Hazreti Ömer (RA)
  9. Hazreti Osman (RA)
  10. Hazreti Ali (RA)
  11. Hazreti Halid İbni Velid (RA)
  12. Ashab-ı Kiram (RA) (1-2)
  13. Musâhabe (1-6)
  14. Mükerrem İnsan
  15. Fatiha Suresi Tefsiri
  16. Bakara Suresi Tefsiri
  17. Dualar ve Zikirler

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir