SİİRT’TE HAFIZ HAYDAR EFENDİ’DEN KUR’AN DERSLERİ
Daha önce de belirttiğim gibi, Mısır’a gidip Kur’an’ı tecvit üzere okumayı istiyordum. Bizim şark medreselerinde muazzam bir ilim vardı ancak Kur’an-ı Kerim öğretimi biraz zayıftı. Fakat evliliğin araya girmesi üzerine anladım ki artık Mısır’a gidemeyeceğim. Bunun üzerine nerede iyi bir Kur’an eğitimi alabilirim diye araştırmaya başladım. Bana Siirt’i tavsiye ettiler. Burada Kur’an dersi veren iyi hocalar var dediler.
Siirt’e gittim. Siirt’te Kurra’lar var. “Onların yanına gidip okuyayım” diye düşündüm. Çünkü Mısır’a gidip okuyacağım diye, Kur’an’ı Kerim’i kıraat ve tecvit üzere okumadan bu ilimleri okuyordum. Siirt’te bulunan Şeyh Mustafa ismindeki Hazret’in halifesi ile görüştüm. Bana:
-Burada Hacı Hafız Haydar[1] Efendi isimli zat vardır. Tecvit üzere Kur’an’ı en iyi bilen odur. Benim oğlum da onun yanında okudu. Sen de onun yanında oku, dedi.
Bunun üzerine kendisine dedim ki:
-Hafız Haydar Efendi’nin yanında Kur’an okurken sizin yanınızda da Şerh’ul-Akaid’i okuyabilir miyim?
-Ah evladım, ben ihtiyarım. Gözümün ışığı azalmıştır. O gibi kitapların yazılarını fark edemiyorum, dedi.
Hafız Hacı Haydar Efendi’nin yanına gittim. Devlet tarafından görevliydi. Hafızlara ders veriyordu. Bana da ders vermeyi kabul etti. İmamlık yaptığı camide bana bir hücre verdi.
-Burada yatar, medreseye gelip ders alırsın, dedi.
Hafızlıkta o kadar kuvvetli idi ki birisiyle konuşurken dahi bir hafız yanlışlık yapsa hemen fark eder ve ikaz ederdi:
-Yanlış okudun, şöyle oku.
-Üçyüz hafız yetiştirmişim diyordu.
Hafız Haydar bana Kur’an ilminde nasıl derinleştiğini anlattı. Diyor ki:
-Ben Kur’an-ı güzel bir şekilde öğrenmiştim. Bazı harflerin okunuşu konusunda tereddütlerim vardı. Bunu net bir şeklide öğrenmek istiyordum. Bizim bölgede de Hafız Mahmut adında bir Kur’an hafızı vardı. Fakat gidip ona sorsam söylemezdi. Kıskançtı. Ben de bu tereddütlü olduğum harflerin doğrusunu ondan öğrenmek için bir hile döşündüm. Bizim buralarda bir kişi öldüğünde mezarın yanına çadır kurulur, Cuma gününe kadar Kur’an okunur, Cuma günü bu Kur’an teslim edilirdi. Bunun amacı da Kur’an okununcaya kadar sorgu yoktur diye rivayet edilen bir hadisti. Cuma günü gömülenlere de kabir azabı yok diye bir hadis vardı. Bu nedenle Cuma gününe kadar erteleyerek o kişiyi kabir azabından korumak istiyorlardı.
Bu sırada bir cenaze oldu. Yine çadır kuruldu. Cenaze sahibi parayla hafızlar tuttu. Burada Kur’an okumaya başladılar. Cenaze sahibinin yanına gittim
-Hafız Mahmud’u da çağırdın mı?
-Çağırmadım. O çok para istiyor. Geldiğinde her yemeği beğenmiyor.
-Olur mu? Onu mutlaka çağırmalısın. Onun Kur’an okuyuşu çok güzeldir. Onun okuyuşu ile bizim okuyuşumuz bir olmaz dedim.
– Tamam o zaman çağıralım.
Benim tüm derdim, hafız Mahmud’u dinleyip o tereddütlü olduğum yeri öğrenmekti. Çünkü sorsam söylemezdi. Bu şekilde Hafız Mahmu’du çağırdılar. O da geldi.
Biz hafızlar kurulmuş olunan çadırda oturup Kur’an okumaya başladık. Herkes hafız olduğundan, Kur’an-ı ezberden okuduğundan herhangi bir abdest almaya gerek yoktu. Hafızlar uyukluyorlardı. Sıra kendilerine gelince kaldırıyorduk. Onlar da hemen kaldığı yerden devam ediyorlardı. Ben de Kur’an-ı tereddütlü olduğum yere kadar okudum. Oraya yaklaştığımda Hafız Mahmud’u uyandırdım.
-Kalk kalk sıra sana geldi.
-Nerede kaldınız
Ben de ihtiyacım olan yeri söyledim. Ardından üzerime abayı attım. Uyumaya çalışıyormuş izlenimi verdim. Benim tereddütlü olduğum yeri okuyunca doğrusunu öğrendim ve böylece içimdeki bir tereddüt de gitmiş oldu.
Bu hikayeyi anlatmasıyla bir kelimeyi öğrenmek için nasıl gayret sarf ettiğini öğrenmiş oldum.
***
Orada kalıyordum ama yeme içme işinde bana kimse yardımcı olmuyordu. Kendi imkânımızla ihtiyacımızı karşılıyorduk. Bende, beş ya da yedi buçuk lira vardı. “Bu para ile burada kalamam, en iyisi geri döneyim.” Diye düşünmeye başladım ki, sonra bunun çok yanlış olacağına kanaat getirdim. Bu özür olamazdı. Param yettiği zamana kadar okurum. Sonra “Ya Rabbi mazeretimi biliyorsun” diye dönerim dedim ve okumaya başladım.
Hoca Efendi üç gün boyunca, bana Kur’an’dan günde bir sayfa ders verdi. Ben hocaya, zamanımın azlığını ve daha fazlasını alabileceğimi anlattım. O zaman;
-Sen günde bir cüz oku, ben dinlerim, dedi.
Öyle yaptık. Günde bir cüz okurdum. Hoca dinlerdi. Beğenmediği yerleri düzelttirirdi. Okuduğum bir cüzü her gün on defa tekrar ederdim.
Fakat ben her ne kadar Kur’an okuyuşumu beğenmezsem de karabaş tecvidini ezbere biliyordum. Hangi harfin hangi tecvit olduğunu biliyordum. Hocam ise Kurra olduğundan Kur’an-ı güzel biliyor, fakat tecvitte hangi kurala ve isme tekabül ettiğini bilmiyordu. Bunun üzerine o da benden tecvit dersi almaya başladı. Ben ondan Kur’an okuyuşu dersini alıyorum o da benden tecvit dersi alıyordu. Hem öğrenci hem öğretmendik.
Burada Zeynelabidin adında bir hafız daha vardı. Onun da mahreci güzeldi. Arta kalan zamanda onun yanına gidiyor, ondan mahreç derslerini alıyordum. Ama o fatihayı velzzalin diye okuyordu. Bizim medrese hocalarımız bu konuda ikiye bölünmüşlerdi. Velezzalin diye okuyanlar ve veleddalin diye okuyanlar. Hatta bazıları o kadar taassuptu ki diğerinin arkasında namaz kılmıyorlardı.
Şeyh Şerefeddin isminde Şeyhi Hazin’e mensup bir alim vardı. Büyük bir alimdi. Kitapları da çoktu. Onun yanında da “şerhulakaid-i” okumaya karar verdim. O da kabul etti. Böylece onun yanında da bu kitabı okumaya başladım. Şeyh Şerefeddin, tarikat şeyhidir ama müridlerinin hepsi zenginlerdendir. Kardeşi Şeyh Aleaddin de şeyhti ama onun müridleri fakirdiler. Çok fasih bir konuşması vardı. Ama derse giderken selam vermiyorduk. Burada talebelerin hocaya selam vermesi hoş karşılanmıyordu. Ben de bu durumun nedenini kendisine
-Şeyhim daha önce Şeyh Sadaka’nın yanında bulundum. Şeyh Sadaka’nın yanına iki halifesi geliyor. Birisi selam veriyor diğeri vermiyor. Selam vermeyen, selam verene “sen şeyh efendiye saygısızlık yaptın” diye itiraz ediyor. Bunun üzerine Şeyh’e sormaya karar veriyorlar. Şeyh onlara
-Selam verebilir ama bizim gördüklerimiz selam vermezlerdi.
Ben bu hikayeyi Şeyh Şerefeddin’e anlatınca
-Şeyh Sadaka fıkıhta büyük bir zattır. Ama hadis konusunda zayıftır. Sahabeler Peygamber’e selam verirlerdi. Hatta Peygamber mirac’a çıkınca hz. Adem’in yanına gittiklerinde Cebrail Peygamber’e “bu senin baban Adem’dir. Selam ver” demiştir. Fakat adet olarak selam verilmediğinden ben de vermiyordum. Fakat o “ve aleykümselam ve aleykümselam” derdi.
Masraflarımızı kendimiz karşılıyorduk. Diğer medreselerde olduğu gibi ratibe denilen yemek olayı burada yoktu. Fırına gider ekmek alırdım. Bazen peynir ile bazen yavan olarak yerdim. Sonra da Şeyh Şerafeddin’in yanına gider, Şerh’ül-Akaid dersini okurdum. Zaman zaman da Şeyh Zeynel Abidin’in yanına gider harflerin sıfatı ve mahreçleri dersini alırdım.
BEREKETLİ EKMEK VE PEYNİR
Bir gün fırına gidince orayı kapalı gördüm. Diğerlerine gittim onlar da kapalı idi. Siirt’te dört fırın vardı. Hepsine gittim, hepsi de kapalıydı. Sebebini sordum. “Ekmeğe zam yapılması için kapatmışlar” dediler. Her günkü gibi özel hücreme döndüm.
Aç karnına Kur’an’daki derslerimi tekrar etmeye başladım. Daha derse yeni başlamıştım ki, kapı çalındı. Baktım ki tanımadığım ve daha önce hiç görmediğim bir kişi elinde büyük bir sini kabı ve üzerinde de büyük bir ekmek olduğu halde bana uzattı. Ben de aldım odaya götürdüm. Ekmeğin altına baktım. Otlu peynir var.
Gözlerim yaşla doldu. Kendi kendime “Ya Rabbi bu hilaf-ı adet oldu. Başka günlerde böyle bir şey olmuyordu. Bugün aç kaldığım için sen bana bunu gönderdin. Sen bizi unutmuyorsun. Biz ise seni unutuyoruz.” diye düşünerek hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Akşam namazından sonra, cami cemaatinden Hacı Cemil isimli şahıs, akşam yemeklerini bundan sonra kendisinin, evinden göndereceğini söyledi. Bundan sonra o kişi devamlı akşamları yemek gönderdi. Yemeğin bir kısmını akşam yerdim. Bir kısmını sabaha bırakırdım. Yemek bazen sabaha kalmazdı. Bazen az kalırdı. Fakat acıktığım zaman daha evvel gelen ekmek peynirden az bir şey yiyince doyardım.
O peynir ekmek hiç bitmedi. Bu durum haftalarca devam etti. Otuz üç gün tamam olunca ben de Kur’an’ı bitirdim. Eve dönmek üzere tren istasyonuna gittim. Treni beklerken acıktım. Peynir ekmekten biraz yedim ve hemen doydum. Daha sonra trene bindim. Bismil kazasında indim. Orada tanıdığım bir kişiye misafir oldum. Ekmek hadisesini onlara söyleyince:
-O Hızır Aleyhisselam’dır, dediler.
Ve bendeki ekmek, peyniri aldılar. Tebariktir deyip çoluk çocuk toplanıp yediler. Oradan evimiz bulunduğu köye gittim. Param bitmeden böylece eve döndüm.
Her yönüyle bereketli bir dönem geçirmiştim.
[1] Üstaz el-âlim el-âmil Molla Hâfız Hacı Haydar Efendi: Ondan Kur’ân-ı Kerim dersleri almıştır. Kur’an-ı tabiki okuyabiliyordu. Burada makam ve mahreçlerine göre eğitim alması söz konusudur. Yani tacvit kurallarının ötesinde çeşitli makam ve okunuşları öğrenmiştir. Yoksa bazı internet sitelerinde yazıldığı gibi, Kur’an-ı çok sonra öğrenmiş değildir. Arapça bilen, icazetli birisi nasıl Kur’an okumasını bilmez?