Medrese tecrübenizi anlatır mısınız?
Şark’taki Medreselerin Osmanlı zamanındaki tertibi bir değildi. Osmanlı Medreseleri resmî idi. Yaşlı bir âlimden sordum, -ömrü o zaman 90 yaşlarında vardı, ben de 12-13 yaşlarındaydım-: –“Sizin medrese kaideniz, usulünüz nasıldı?”
Cevap verdi:
– “Evvela Emsile’yi okurduk, sonra Bina, sonra İzzi, sonra Avamil-i Birgivi, sonra İzhar, sonra Merahi, sonra Kafiye, sonra da Câmi okurduk. Tertip eskiden böyle idi” dedi.
Bizim okuduğumuz zamanda ise, altı senede medreseyi bitirdik. Talebeye yarım sayfa gösteriyor, bir saatte, bunu mütalaa et, gel diyordu hocalar. Mütalaaya gelirdi, hoca da: “İbareyi oku” derdi. İbareyi doğru okuyunca not verir, ibareyi okuduktan sonra, terkibi/irabı sorarlardı. Buna göre not verirlerdi.
MEDRESEDE MÜZAKERE ÇOK MÜHİMDİR
Daha sonra talebe kitabı eline alırdı, hoca da ona: “Bu okuduğunu yaz” derdi. İmlayı da doğru yazarsa ona da not verilirdi. Bu kitapları altı senede bitiriyorlardı. Ben ise şark usulüne göre bitirdim. Sonraki, resmî olmayan medreseler, orada adet olarak o usulü okumuyorlardı. Avamil okuyorlardı, Zuruf okuyorlardı, bunları topluca (sınıfça) okumuyorlardı, tek tek okuyorlardı. Herkes tek tek okuyordu. Talebenin kuvvetine göre ders verilirdi. İki talebe aynı dersi okumazdı.
Bazısı kuvvetli, bazısı zayıftı. Mesela benim okuduğum bir dersi onlar bir haftada okuyorlardı. Ben yatsı namazını kılınca yatardım, onlar yattığı zaman kalkar, dersime çalışırdım. Herkes ferdî ders okurdu.
Ders okuduktan sonra talebeler bir araya gelir, müzakere ederlerdi. Talebeler, kendilerinden daha ileride bulunan talebelerden istifade ederdi. Hocadan bazen utanıyorlardı,
sual soramıyorlardı ama kendinden kuvvetli talebeye sual sorup istifade ediyorlardı. Medresede müzakere çok mühimdir. Onlar “Maksud”u okumuyorlardı, “İzzi” okuyorlardı, “Merah”ı de okumuyorladı fakat ben okudum. Sarf metinlerini tamamiyle hıfz ettim. Birinci gün otuz üç defa tekrar ederdim, ikinci gün elli defa tekrar ederdim. Merah’ı ise yüz defa tekrar ediyordum. Ertesi gün de yüz elli defa tekrar ediyordum, “Kafiye” de o şekilde. Herkes farklı kitabı okurdu. Biri İzzî okuyordu, biri Câmi okuyordu…
HOCA NE ZAMAN ŞEVKLENİR?
Bir hocamızın kardeşi vardı –Allah rahmet eylesin- o daima dersini önce okumak istiyordu. Fakat hoca onun dediğini tutmuyordu. Herkes kuvvetine göre okurdu. Hoca dersini anlatırken talebe dinlerdi. Bazı ibareleri beraber okurlardı. Dinleme daha uygundur. Ama dinlemek sükut değildir.
Talebe beli, beli, beli (evet, evet, evet) derdi, hoca da biliyorlar da evet diyorlar, zannediyordu. Talebe “beli” dedikçe hocaya bir kuvvet gibi oluyordu. Sükut edince çok aşka gelmiyordu. Beli’ler hocaya kuvvet oluyordu. Halbuki bu bir adet olmuştu, bilmeyen de beli, beli derdi. Bazıları arada soru sorarlardı. Bazısı kitapları er bitirirdi, bazısı geç bitirirdi. İşte bu altı senede okunan kitapları ben bir senede okudum. Çok okuyordum.
AZA KANAAT EDERDİM
Talebeyken çok aza kanaat ederdim. Talebe Ramazan ayında zekât karşılığında imamlık yapmak için köylere giderlerdi. Ben kanaat eder, gitmezdim. Hatta yolda giderken ayakkabımı -yırtılmasın diye- ayağımdan çıkarır, elime alırdım. Kimseden istekte bulunmuyordum. Zekât için gezme âdetim yoktu. Bizim dönemde böyle okumaya çok önem veriliyordu. Bazısı bu ilme başlardı, askerliği gelince askere gider, askerden gelince ilmini tamamlardı, senelerce buralarda kalırdı. Bazıları çabuk bitirirdi.
Kitaplar elime geçince çok okuyordum. Suriye’de uzun seneler kaldım, harp zamanıydı. Ancak bir kitap okuyabildim. İki buçuk senede Cami’yi zor okuyabildim.