TEK PARTİ ZULMÜ

Günümüz Fıkıh Alimlerinden Mehmed Emin ER Hoca Anlatıyor:

 Türkiye’de tedris olan baskılar dolayısıyla tahsilimi tamamlamak için diyar diyar gezdim ve sonunda ulemaya yapılan zulümler dolayısıyla kendimi Suriye’ye zor atabildim.

Hüseyin Ceylan: Hocam, sizler bugünkü Türkiye’nin tanıdığı en meşhur fıkıh alimlerinden birisiniz. Hatta Türk okuyucusu sizi Hindistan’da toplanan “ulema meclisi”nde dünyadaki “ilk on büyük alim” içerisinde yer almış biri olarak tanıdı. Şüphesiz bu seviyeyi kazanana kadar nice meşakkatli ve çileli bir tahsil hayatı geçirmişsinizdir.

Özellikle kendinizi yetiştirdiğiniz dönem, tam devrimler sonrası döneme ve medreselerin kapatılmasıyla birlikte de her tür din eğitiminin yasaklandığı bir döneme rastlıyor.

Bu zor dönem içerisinde tahsilinizi nasıl tamamlamıştınız?

Mehmed Emin ER:  1914 yılında Diyarbakır’ın Çermik kazasında dünyaya geldim. 1921 yılında ben 7 yaşında iken babam beni dini tahsilim için Diyarbakır’dan özel hoca getirtip köye yerleştirdi ve ona büyükçe bir bağ bahçe bağışlayarak beni o hocanın rahle-i tedrisine verdi. Bugün hala hatırlıyorum. Ben tam 10 yaşını bitirip 11 yaşına girmişken Halifelik kaldırıldı. Arkasından medreseler kapatılıp, Şer’iye vekaleti gibi önemli vekillikler sona erdirilince ve hatta Tekkeler, Zaviye ve Türbeler de kapatılmaya başlanınca, babamı çok derin bir üzüntü aldı. Zavallı babam benim medreselerde tahsilimi tamamlayıp büyük alim olmamı isterdi. Medreseler kapatılınca bu en büyük arzusunu yerine getirilemeyeceğinin derin üzüntüsüyle adamcağız yataklara düştü ve bana son zamanlarında “anladım bu Türkiye’nin istikbali çok karanlık. Baksana makam-ı hilafeti bile kaldırdılar, medreseleri kapattılar. Türkiye artık dinsizliğe doğru yol alır! Diyerek gelecekle ilgili üzüntülerini belirtmişti. Hatta: “Ben o günleri görmesem daha iyi olur, çünkü dayanamam” diyerek ölmeyi candan arzuluyordu.

Nitekim, 25 Kasım 1925 tarihinde gerçekleştirilen şapka devriminden önce, şapka giymeden babam dünyasını değiştirdi.

Ben o zaman bağ evinde hocamdan ders almaya devam etmiştim. Sonra kendime fıkıh sahasını seçerek ona ağırlık vermek istedim. O zamanlar Diyarbakır Çermik’e bağlı bir köyde hala saklı medrese eğitimi veren Molla Hasan et-Tahvili adında büyük bir alim zat vardı. Köyü dağın tepesinde olduğu için pek jandarmalar oraya çıkamıyordu. Buna rağmen evinin altına sığınak gibi bir yer yapmış ve minderlerle döşeyerek orayı sade bir medreseye dönüştürmüştü. Ben Molla Hasan et-Tahvili rh.a hazretlerinden Arapça dersler aldım. Ondan fıkıh dersleri okudum ve Ulum-u Şer’iyye’nin usul derslerini tamamlamış oldum.

1935 yılından itibaren Siirt’e gittim. Çünkü Siirt’te hala çok büyük din alimleri ve gizli medrese eğitimi vardı. Biz Fakirullah Tekkesinde gizli medrese eğitimi alırken zamanın Siirt valisi ili birlikte 10-15 jandarma gelerek bizim medreseyi basmıştı. Medresedeki 20’ye yakın arkadaşın hepsi de belli bir seviyede olan seçkin talebe arkadaşlardı. Bunlardan biri de Molla Sadrettin (Sadrettin Yüksel) idi.

Son ben Siirt’teki çok sık gerçekleşen jandarma baskınları dolayısıyla Siirt’ten ayrıldım ve Diyarbakır merkezine geldim. Burada Abdussamed en-Nuri adında o bölgede şöhret bulmuş büyük alimden özel dersler aldım.

Bir defasında hocam Abdüssamet Efendi’nin evi süngülü askerlerce basıldı. Biz evin ahırında 5-6 kadar özel talebe okuyorduk. (1936 yılı) Hocamızı evinden zorla dışarı çıkardılar. Jandarmalarda bir kısmı da evi ve ahırı didik didik aradılar. Samanlıkların arkasına gizlenmiş olan biz talebeleri de buldular. Sonra bizi karakola götürdüler. Diyarbakır’da lakabı “yiğit”e çıkmış gerçekten zengin ve hem de yiğit bir insan vardı. Bu kişi Molla Abdüssamet ve talebelerinin jandarmalar tarafından basılıp karakola götürüldüklerini işitince hemen karakola gelmişti. Çok etkin bir kişiydi. Sırf hocayı ve biz talebeleri mahkemeye sevedilmeden kurtarmak için karakol amirine veya oradaki yetkililere 1936 yılın parasıyla 100 lira para vermiş ve bizim öylece salıverilmemizi sağlamıştı. O günün yüz lirası bugünün en az 10 milyon lirasıdır.

Daha sonra Diyarbakır, Siirt, Elazığ ve Van bölgelerinde çeşitli alimlerden ders almış olmamama rağmen kendimi yeterli bulmayarak ve en önemli de sık sık gerçekleşen jandarma baskınlarının getirdiği psikolojik etkilerle Suriye’ye kaçmaya karar verdim. Sene 1943-44 ikinci cihan harbi devam ederken en kaçak olarak pasaportsuz, bir sınır köyünün oradan Suriye’ye sırf din tahsilimi tamamlamak için kaçmış oldum.

Hüseyin Ceylan: Pasaportsuz zor olmadı mı?

Mehmed Emin ER: Kısırtepe denilen sınıra sıfır kilometreden bir mevki vardı. Burada bir Nakşibendi Şeyhi Muhammed Hadi Hazretleri bulunuyordu. Bu Şeyh Efendiyi Suriye’nin sınır köyleri de tanıyordu. Tabi o zamanlar sınırda tel filan yoktu. Hatta çok yerde mayın da yoktu. Ben sınır nöbetçi askerlerinin uykuda olduğu bir zamanda, yani tam sabah namazı vaktinde sınırı geçerek Suriye hudutlarına girmiş oldum.

Suriye’de ilk gittiğim yer, tabi yayan gidiyorum. Darbeşe denilen yerleşim bölgesiydi. Burada büyük alim ve muhaddis şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretlerinin hulefasından bir meşayıh bulunuyordu. Şeyh Mahmud isimli 70-75 yaşlarında ak sakallı, nur yüzlü bir muhterem zevatın huzuruna girdim. Bu zat benim şeyhim Seyda hazretlerinin (Seyyid Abdülhakim Hüseyni) halvet arkadaşı oluyordu. Kendisinden ders tahsili istedim. Biraz üç-beş ay ders okuyunca, “evladım sana daha iyi hocalar lazım” diyerek beni Dimeşk kentine gönderdi. Şafi fıkhını bitirdiğim için ben Hanefi fıkhına ait dersler almak istiyordum. Dimeşk’ta şimdiki Suriye ulemasından Said Ramazan el-Buti’nin babası Hanefi fıkhının büyük alimi Said Buti bulunuyordu ve hatta Suriye rejimince yeni sürgünden gelmişti. Oradan Hanefi fıkıhlarına ait dersler aldım. Said Ramazan el-Buti benimu dersler anındaki ders arkadaşımdır. Allah babasına rahmet eylesin.

Burada Amude kentine geldim. Hem fıkıh ve hem de tefsir-hadis ve kelam derselri almaya başladım. 1946 yılı idi ve İkinci Cihan Harbi artık bitmişti. Amüde kentinde 18 gün aç-susuz bir vaziyette sadece hurma ile idare ederek günler geçirdim. Sık sık orada da ulimaya baskınlar yapılıyor ve büyük alimler hapse attırılıyordu. Suriye’de Fransızlardan kalma etkiyle özellikle “ihvanı Müslim’e karşı yönetim büyük kin duyuyor ve onları destekleyen Şam, Humus, Lazkiye, Hama ulemasına büyük tutuklamalar yapılıyordu.

İşte böyle bir zamanda Amüde’ye de askerlerce toplu ev baskınları oldu ve ben misafir kaldığım hoca efendinin evinde pasaportsuz bir vaziyette yakalanmış oldum.

Beni casus diyerek Suriye gizli servisine götürüp onların müsteşarlarınca üç gün üç gece sorguya çektiler. Sonunda ilmi tedrisi için bu ülkeye geldiğimi anlayınca da kendilerince maruf olan Suriye’de büyük alimlerden bir kaçına beni imtihan ettirdiler. Bakalım doğru söylüyor mu diyerek.

Sonunda beni imtihana sokan Suriyeli alim, o müsteşara, “bu dini mesaili bizden de iyi biliyor” diyerek benim salıverilmemi istemişti. O alim zat bana “Eğer casus olsaydın seni hemen burada öldürürlerdi” diyerek çekip gitmişti. Sonunda pasaportsuz dolaşmaktan dolayı bana Amüde kentinde 6 ay hapis cezası verdiler ve ben 1946 yılında yaz ayları idi tam 6 ay Suriye hapishanelerinde kaldım. Hatta 1946 yılının ramazan ayını Suriye hapishanelerinde geçirmiştim. Amüde’de kaldığım hapishane çok dar 4 metre kare civarında bir oda idi. Burada askerler hem zulüm ediyor ve hem de Türkiye ile problemleri olduğu için benim üzerine daha fazla geliyorlardı. Nihayet dört ay Amede’de yattıktan sonra beni Hasican denilen şehre götürdüler. Kalan hapis günlerimi de burada geçirdim. Hasican hapishanesinde İhvanı Müslimin’den yatanlar vardı. Onlara bana orada çok hürmet ve hizmet ettiler. Hatta hapishanenin müdürüyle yaptığımız sohbetler sonunda o da beş vakit namaza başlamış ve bizimle birlikte cemaatle namaz kılar olmuştu.

Hiç unutmam o tarihlerde Şükrü Kuvvetli diye bir zat Suriye Devlet Başkanı olmuştu ve hemen bir genel af ilan edince de biz hapisten çıktık. Hapiste çıktığımız gün Ramazan Bayramının arafesinde ve ertesi günü bayramı biz dışarıda yaptık. Benden o zaman Suriye’de kalabilmem için bir kefil istediler.  “Yoksa Türk makamlarına sizi teslim edeceğiz” dediler. Bense biraz daha Suriye’de kalarak tahsilimi geliştirmek istiyordum. O zamanlar Suriye Parlamentosunda aslen Türk olan Salih Hacoğlu adında bir mebus vardı. Onun adını verdim emniyet yetkililerine. Beni onun yanına götürdüler. Durumu kendisine anlatınca, “ben sana kefilim ve sana her türlü yardımı yapacağım. Yeter ki sen tedrisine devam et!” demişti.

Ben serbest bırakılınca tekrar Amüde’ye göndüm. Hocam şaşırmıştı: “Biz seni idam ettiler biliyorduk!” Çünkü askerler bize senin casus olduğunu ve öldürüleceğini söylemişlerdi” diyerek beni yaşar görünce sevincinden ağlamıştı.

Hüseyin Ceylan: Görüyor musunuz hocam Türkiye’deki dini tedris ve tahsil yasağı sizin başınıza neler açmış; Suriye zindanlarında kalmışsınız, neredeyse Türk casusu diyerek az kalsın kurşunlanacaktınız! Peki başınıza gelen bunca maceradan Türkiye’deki yakınlarınızın haberi olmuş muydu?

Mehmed Emin ER: Hayır. Ailemle bir muhaberem yoktu. Dolayısıyla ne olup, ne olmadığını bilmiyorlardı. Ben de zaten 1948 yılında Türkiye’de yavaş yavaş dini serbestliğin baş göstermesini de fırsat bilerek Türkiye’ye dönüş yaptım. Türkiye’ye ilk girdiğimde Mardin’in şimdi kaza yapılan Avvin isimli nahiyeye geldim. Burada Molla Muhammed Abdullah Avvini dinelin alim zattan mantık, kelam dersleri aldım. 1948 yılı olmasına rağmen hala Türkiye’de şikayetler olduğundan baskınlar devam ediyordu. 1950 sonrasında malumunuz biraz rahatladı dini eğitim.

Hüseyin Ceylan: Hocam siz Şeyh Said isyanında 13 yaşların civarında idiniz. Bölgenizde duyduklarınız ve hatırınızda kalan kadarıyla 15 Şubat 1926 yılında Genç’te başlayan bu hareketi nasıl yorumluyorsunuz? Devletin bu olay karşısında takındığı tavır yörenizde nasıl olmuştu?

Mehmed Emin ER: Önce hemen şunu belirtelim ki şeyh Said Efendi hem büyü bir Nakşi mürşidi ve hem de büyük bir şeriat alimi idi. O başlangıcından sonuna kadar ifadelerinde gözüktüğü gibi İslam’a gönül vermekten başka bir şey yapmamıştı. O bence İslam’ın en büyük şehitlerinden biridir. O zaten kendi içindeki insanların ihaneti kurban gitmiş ve zaten hanımının öz kardeşi, yani kayınbiraderi Kasım Bey’in ihanetiyle yakalanmıştır.

Fakat benim bildiğim ve yöre halkından ve hocalarımdan belgeli olarak duyduğum Şeyh Said’in ele geçirdiği veya ona bağlı olan yörelerde korkunç bir şekilde kitle kıyımının gerçekleştirildiğidir. 1926 yılının Mart ayından itibaren 1927 yılı başlangıcına kadar en az bu yörelerde 30.000 masum insan katledilmiştir. Şeyh Said’in katibi Fehmi Efendi bu sayının 80.000’ler civarında olduğunu söylemiştir.

Bunlardan daha üzücü ve daha vahşet verici olanı Palu, Hazro, Silvan, Varto, Lice ve Maden gibi Şeyh Said’e merkezlik etmiş kazalarda meydanlarda her gün yüzlerce insan canlı canlı kurşuna dizilmiş ve bu kazalara bağlı 25-30 kadar köy etraflarına kimse kaçmaması için tel örgüler çekilerek de yaşlılarıyla birlikte kadın, çoluk-çocuk ve ihtiyar-genç demeden canlı canlı evleriyle birlikte nasıl yakıldığını Palu, Hazro, Varto, Maden ve Silvan gibi kazalarda hala hayatta olan ve yaşları sekseni geçmiş yaşlı ihtiyarlardan dinleyebilirsiniz.

Ben Silvan’da ders okuduğum için biliyorum. Temmuz ayında 1926 yılında tabi ben küçüktüm ve 13 yaşındaydım. Bana hocam gözleriyle olaya şahit olduğunu anlatmıştı. Silvan ayaklanmasının başı dinelerek Silvanlı meşhur alim ve Nakşibendi Şeyhi Seyyid Pir Ahmet ile 100 kadar müridi ve yakın çevresi Silvan meydanında Şark İstiklal Mahkemesinin kararıyla idam edilmişti. (M. Emin Er Hocaefendinin anlattığı bu vahim olayı Din-Devlet İlişkileri adlı kitabımızın birinci cildinde son bölümde yer alan Şeyh Said ve idamlar kısmındaki resmi İstiklal Mahkemeleri vesayiki de doğrulamaktadır.)

Hele Lice’de suçsuz yere 40 temiz dindar insanın kurşuna dizildiğini bir başçavuş bana anlatmıştı ve “vicdan azabı çekiyorum!” yaptıklarımızdan demişti.

İşte bizler bu sıkıntılı, zulüm ve vahşet dolu günlerde ilme sarıldığımız için, elde ettiklerimizin ne kadar kıymetli şeyler olduğuna müdrikiz.

Şimdikiler bir sıkıntı çekmediği için ilmin de kıymetini bilmiyorlar, dini mübini İslam’ın siyasetiyle de şuurlanamıyorlar.

Hasan Hüseyin Ceylan: Çok teşekkür ederim muhterem hocam.

(Not: Bu konuşmayı M. Emin Er hocamızla Afganistan dönüşü 1987 yılında Ankara / Demetevler semtinde bulunan Öz Elif Sitesinde gerçekleştirdim. H.H.C)

 

Kaynak: Hasan Hüseyin Ceylan, Din ve Devlet İlişkileri. C. 3 Sh: 251-256, Rehber Yayınları

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir