Prof. Dr. Abdullah ÜNALAN
Derece farkı olmakla beraber sahabe neslinin her biri, ilmi birinci kaynağından ve doğrudan aldıkları için birer alim ve abide şahsiyetti. Hz. Peygamber (s), Allah’tan aldığı ilmi, nübüvvet vasfıyla yoğurarak, şekillendirerek, muhatabının anlayacağı bir dil ve en nazik üslubla aktarırdı. Gerektiğinde-Kur’an’da olduğu gibi, aktardığının anlayış ve kabiliyetine göre tekrar tekrar anlatmaktan imtina etmezdi.
Birinci görevi olan tebliğden maksadı ‘ma’rifet’i muhatablarının beyin, ruh ve duygularına yerleştirmekti. Biliyordu ki, ma’rifet ışığını yakmakla cehalet karanlığı dağılacak, zihinler berraklaşacak ve insanlar ‘fevc fevc’ hakikatle kucaklaşacaklar. Nitekim, bu hakikatleri görmekle, öz kızını diri diri kumlara gömecek kadar katı ve vahşi olan Ömerler mum gibi yumuşamış, hücreleri şefkat ve merhametle dolmuş ve ‘Yemen çöllerinde bir çocuğun gözünden akan bir damla yaş kandan bir derya olup Ömer’i boğar’ ince ruh ve duygusuna kavuşmuşlardır.
Hz. peygamber (s)’in en büyük mu’cizesi,
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi” insani değerlerden yoksun güruhundan, fedakarlıkta en önde, çıkarda en geride duran, adalet terazisinden sapmayan, haktan taviz vermeyen ve yaşayışları hala insanlığa örnek olan bir toplum yetiştirmek değil midir?.
Alimler, peygamberlerin ortaya koydukları misyonun temsilcileridir. İlimleriyle amel eden alimler, her dönemde birer abide şahsiyet olarak tezahür etmiş ve ilimleriyle olduğu kadar hayatlarıyla ortaya koydukları Kur’an ve Sünnet ilkeleriyle de çevrelerine ışık saçmışlardır.
Kanaatimizce, Müslüman toplumun dejenere olduğu, İslami değerlerin göz ardı edildiği, ahlaki çöküşün baş gösterdiği günümüzde ilim ile ameli mezcederek yaşayan ve gerçek bir ‘İslam Alimi’ hüviyetini ortaya koyan alimlerimizden biri yakın zamanda kaybettiğimiz Mehmed Emin Er Hocaefendi’dir.
İLMİ YÖNÜ
Köken olarak Diyarbekir’li olan Mehmed Emin Er Hocaefendi, adından z,yade ‘Seyda Efendi’ olarak anılır ve tanınırdı. seyda Efendi, Doğu geleneğinin aksine ilim tahsiline küçük yaşlarda değil, 25 yaşlarında ilim tahsiline başlamıştır. Diyarbekir’den Siirt, Muş, Mardin ve Suriyede farklı hocalardan farklı ilim disiplinlerini okuyan Hocaefendi, Norşin/Güroymak-Bitlis’te icazet alarak tedris ve davet hayatına başlamıştır.
Seyda Efendi, Şark medreselerinde, Sarf, Nahiv, Meani, Beyan, Bedi’, Mantık, Vazı’ gibi alet ilimlerinin tamamını okuduğu ve bunlardan icazet aldığı gibi, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf gibi ilimlerden de icazet almış ve hayatı boyunca ders vermiştir.
O, hayatını tedris ve davete adamıştır. Uzun süre köylerde imamlık yapmış, ders vermiş ve yüzlerce alim düzeyinde talebe yetiştirmiştir. Talebeleri de ayrıca zamanlarını tedris ve irşada hasretmiş ve her biri yüzlerce talebe yetiştirerek İslam’ın yaşanmasına katkıda bulunmuşlardır.
Zengin bir kütüphanesi vardı ve dinlenme dışındaki bütün zamanını okuyarak ve eserler telif etmekle geçirirdi. Yazdığı eserlerin büyük çoğunluğunu Ankara’da geçirdiği dönemde yazdı ki bir kısmı Türkçe ve İngilizceye de tercüme edildi.
Farklı ilim disiplinlerinde yazdığı değerli eserler, onun ilmi genişlik ve derinliğini ortaya koymaktadır. Şu eserleri sıralanabilir:
- Teshilu’l-Meram (Fıkıh ölçüleriyle ilgili kaleme aldığı bir eser ki bu ilk eseridir.)
- el-Huccetu’t-Damiğa (Üç talak konusunda yazdığı bir eser.)
- Allah Katında Din
- Sarf ve Nahiv Mecmuası
- Cem’u’l-Cevami’ Muhtasarı
…
- Ve son olarak vefatından hemen önce hastahanede tamamladığı Hac Risalesi
Seyda Efendi, her ne kadar Fıkıh alimi olarak daha çok şöhret bulmuşsa da, o aslında İslami ilimlerin bütün disiplinlerinde uzmandı. Fıkıhta meşhur olmasının nedeni, halkın Tefsir, Hadis, Kelam gibi İslami ilimlerle ilgilenmemesi; daha çok fıkıh meseleleriyle alakadar olması ve bu alanda ona sorular yöneltmesidir.
Doğaldır ki Seyda Efendi, klasik alimlerin izinden gidiyor, eski alimlerin görüşlerine bağlı kalarak fetva veriyordu. Ehl-i Sünnet itikadına ve dört mezheb fıkhına bağlıydı ve buna önem verirdi. Hastalığının son dönemlerinde yaptığım bir ziyarette, bir eserimde geçen bir cümleden dolayı birisi ona haksız bir şikayette bulunmuş. Elini öpüp yanında oturduğumda ilk sözü, ‘Sana bir tavsiyede bulunsam uyacağına söz verir misin?’ dedi. ‘Evet üstadım’ dedim. Aynı cümleyi bir daha tekrarladıktan sonra, ‘Ehl-i Sünnet’ten sakın ayrılma! Bizim itikatta imamlarımız Aş’ari ve Maturidi’dir. Fıkıhta da malum imamlardır. Onlar bizden daha alim ve ihlaslıydılar’ dedi.
Ancak bir davetçi ve ilim adamı olarak dünyayı dolaştığından, güncel meselelere de ilgi duyar, onları da günün şartlarına göre değerlendirirdi. Yanına giden yakınlarına her gün, ‘Bu gün dünyada ve Türkiye’de ne havadis var?’ diye sorar, bilgi alır ve değerlendirmelerde bulunurdu. Siyaseti de yakından takib eder ve tavsiyelerde bulunmaktan çekinmezdi. Ayrıca günlük bir gazeteye aboneydi ve her gün önemli konuları okutur dinlerdi.
Alimlerin toplum ve yöneticiler üzerindeki etkinliği bilinmektedir. Asr-ı Saadet’ten günümüze bu etki görülmüştür. Atalarımızın, ‘İlim rütbesi en üstün rütbedir’ tesbitlerinin tezahürleri her zaman bunun pratikte görülmüştür.
Şu anekdotlar bunun en açık örneklerindendir:
Halife Me’mun, okutması için iki oğlunu Ferra’ya teslim etmişti. Ferra ayağa kalktığında iki şehzade ayakkabısını düzeltmek için yarışıyor ve önünde elpençe dururuyorlardı. Ferra, her birinin ayakkabısının bir tekini düzeltme onurunu veriyordu. Bir gün Me’mun Ferra’yı sarayına davet etti ve sohbet esnasında “En güçlü insan kimdir?” diye sordu. Ferra, hilafet ve saltanatını göz önünde bulundurarak “Sizsiniz” cevabını verince Me’mun, “Hayır, en güçlü insan, ayakkabılarını düzeltmek için şehzadelerin yarıştıkları kişidir” dedi.[1]
İz b. Abdüsselam dönemin sultanı tarafından sürgüne zorlanınca sevenleri, “Gitmekten vazgeç, Sultanın elini öp seni affeder’ deyince İbn Abdüsselam, “Onun elini öpmek bir yana, elimi bile ona öptürmem” dedi.[2]
Abbasi Halifelerinden biri, Ebu Hamid İsfehani’ye bir hususu kerhen kabul ettirmek isteyince Ebu Hamid, “Ey Halife, Allah’ın bana verdiği ilim makamından beni azledemezsin, ancak ben bir satırlık fetva ile seni hilafet makamından azlede/indire/bilirim” dedi.[3]
Çağımızda da bir Hasan el-Benna’nın, Seyid Kutub’un, Üstad Bediüzzaman’ın toplum ve devletler üzerinde icra ettikleri tesirleri malumdur. M. Emin Er Hocaefendi’nin Çin, Japonya’dan ABD, Hindistan ve Afrika ülkelerine kadar yaptıkları seyahatler, verdikleri konferanslar, ilim dünyasıyla gerçekleştirdikleri temaslar bilinmektedir. Yüz yaşını aşmasına rağmen vefat ettiği yılda bile ABD, Avrupa ve Türkiye’yi dolaşmaktan, tebliğden, ahd-vefayı icradan vazgeçmemiştir.
AMELİ YÖNÜ
Üstad Emin Er’in bence en önemli özelliği, ilmiyle amel etmesiydi. O, hakikaten Kur’an ve Sünnet’in çok vurgu yaptığı ilmi ameliyle bütünleştiren amil bir alimdi. Kur’an ve Sünnet’i hayatına rehber edinmiş ve bütün davranışlarını onlara göre dizayn etmeye büyük gayret gösterirdi.
Sünnet’e uygun olarak gecenin 1/3’ünü uyur, geri kalanını ibadetle geçirirdi. Pazartesi ve Perşembe oruçlarını kaçırmazdı. Zamanının büyük bölümünü, zengin kütüphanesinde okuyarak, yazarak ve ziyaretine gelenlere nasihat etmekle geçirirdi.
Az uyuduğu gibi aza yer ve içerdi. Genellikle tek çeşit yemekle yetinirdi. Suyu, sünnete uygun emerek içerdi. Az, yavaş ve kelimeleri dane dane kullanarak konuşurdu. Ağır işitirdi. Fuzuli sözleri duymamak için kulaklıklarını genellikle çıkarırdı. Şakalaşmayı severdi, dinlerdi ve bazen kendisi şaka yapardı.
Zahitti. Dünya ile alakası yoktu. Sıkıntılı zamanlarında bile kimseden bir şey istememek için direnirdi. Samimi ve yakınlarından başka kimseden bir şey almazdı. Holding sahibi olabilecek kadar imkana sahip olmasına rağmen, emekli maaşıyla aldığı bir daireden başka mal varlığı yoktu. Babasından kalan geniş arazilerini çocukları dışındaki yakın akrabalarına bağışladı.
Hastahaneye kaldırılmadan bir gün önce ziyaretine gittiğimde, ‘Üzerinde yattığım yatak, örttüğüm çarşaf bile benim değildir, emaneten kullanıyorum. Bir kaç gün önce yurt dışından bir dostum para dolu bir çantayla geldi. Kabul etmedim’ dedi.
Bir gazeteye abone olmasına, haberleri günlük takip etmesine, gelen bazı ziyaretçilerinden yorum istemesine ve siyasetle yakından ilgilenmesine, gelişmeleri takip etmesine rağmen siyasetçilerden uzak durur ve onlardan taleplerde bulunmazdı.
Evinden misafir eksik olmazdı. Bir şey içirmeden, yedirmeden gitmelerine izin vermezdi. Bazılarına koku, bazılarına yazdığı kitaplardan, bazılarına da farklı eşyalarından hediye ederdi.
Akraba ve dostlarına düşkün ve vefakardı. Telefonla arar, hal-hatır sorar ve senede en az bir defa onları ziyaret eder ve sıla-ı rahmi gerçekleştirirdi.
Bu salahatinin karşılığı bazı hallerde tezahür etmiştir. Vefat etmeden bir yıl önce bu yıl içinde vefat edeceğini bütün çevresine söyledi. Vedalaşmak ve helalleşmek üzere yurt dışı ve yurt içindeki bütün dost ve akrabalarını ziyaret etti ve onlardan helallik diledi. Yıl dolmadan yaklaşık kırk gün önce hastalandı ve hastahaneye kaldırıldı. Bir gün bana ‘Yılın dolmasına on iki gün kaldı’ dedi. Ağır bir by-pas ameliyatı geçirdi. Yoğun bakımdan çıkarken görüştük ancak konuşamadık. Durumu iyi görünüyordu.
Bir ara Mekke-i Mükerreme’de bulundum. Kendisi de hacca geldi ve bizde kaldı. Beraber hac yapmak nasip oldu. Muna’daki Mescid-i Hif’te geceledik. Velilerle beraber Kutbu’l-Ferdin de o gece Mescid-i Hif’te bulunduğunu duymuştum. Onu farkedebilir miyim diye yanından ayrıldım ve dikkatli gözlerle Mescid’te dolaşmaya ve namaz kılan, Kur’an okuyan, dua eden, sohbet yapan insanları tek tek incelemeye başladım. Ancak gönlüm kimseye ısınmadı ve Kutbu’l-Ferd olduğuna karar kılmadı. Tekrar yanına döndüm ve kendisine, ‘Burada hiç Kutbu’l-Ferd ile karşılaştınız mı üstadım?’ diye sordum. ‘Hayır. Ancak yine böyle bir gecede onu görebilmek ümidiyle Mescid’i dolaşmaya başladım. Biraz ilerde dört-beş kişinin ayakta ses, kelime ve cümle kullanmadan sohbet ettiklerini gördüm. Kendilerine yaklaştım ve dinlemeye başladım..Sonra dağıldılar’ dedi. Kendilerinin de o dört-beş kişinin arasına katıldıklarını tabii ki söylemedi.
Aynı hac mevsiminde çocuğu olmayan bir tabib arkadaş da Hocaefendi’nin ziyaretine geldi. Evden Harem’e doğru giderken arkadaş sık sık bana, ‘Ne olur, Allah’ın bana bir çocuk nasip etmesi için Hocaefendi’ye söyle bana dua etsin’ diyordu. Hocaefendi’ye yaklaşarak durumu arzettim. O, ‘Allah ona bir çocuk nasip etsin’ dedi. O arkadaş eve döndükten üç ay sonra eşi hamile kaldı.
[1] Ebu Gudde, Abdulfettah, Safahat min Sabri’l-Ulema, Şam 1992, s. 87.
[2] er-Rafii, Vahyu’l-Kelam, III. 54.
[3] Vereceği fetva ile Sultanın hal’ini kastetmektedir. Aid b. Abdillah, Hakeza Haddesene’z-Zeman, Riyad 1999, s. 63.
Abdullah ÜNALAN**Siirt Ünv. İlah. Fak.