M. Nezir Gül’ün Annesi Saliha Hanımı anlatışı
(Dedem, annemin doğumunu şöyle anlatır): Eve geldiğimizde güzel bir haber aldık: Bir kızımız olmuştu. İlk çocuğumuz. “Eğer kız olursa Aişe ismini koymayı düşünüyorduk. Ancak bizim yöremizde Ayşe’ye Ayşo demeleri benim hiç hoşuma gitmiyordu. Bu yüzden vazgeçtik. Bebeğimizin parmağı tevhid’i işaret eder gibi duruyordu. Biz de Allah’ın emirlerini yerine getiren, güzel amellerde bulunan birisi olması dileğiyle “Saliha” ismini verdik. (Seyda Muhammed Emin Er)
Annem Saliha Hanımın Vefatı
“Abi, innâ lillah ve innâ ilayhi raciûn…”
Devamı belliydi. Emr-i Hak vaki oldu demek. Beklediğimiz bir haberdi. Birkaç saat öncesinde yine biraderim aramış, telefondan annem için Kur’an okumuştum. Okudum dediysem de bir sayfanın yarısı bile sürmemişti; boğazım düğümlenmiş, hıçkırıklar peş peşe gelmiş, sesim çıkamaz olmuştu. Ve telefonu kapatmış, ağlama nöbetleri yaşamıştım sarsıla sarsıla.
Demek artık hüküm icra edildi, son nefes verildi, tahsis edilmeyen nefes alınamadı, dünya seferi sona erdi. Lâlü ebkem oldum, gönlü hûn oldum, şikeste-dil oldum, perişan bir hâl aldım.
Elbette ilk defa annem vefat ediyordu ve bunun tekrarı yoktu, olamazdı. Bir annem vardı ve yeni bir anne edinme gibi bir durum da yoktu. Bu gidişin gelişi de yoktu. O şimdi fani dünyadan ebedi âleme irtihal ediyordu.
Ona eşlik etme imkânı da yoktu. Bırakın mezarda onunla yola devam etme, Ankara’dan, Antep’e giderken bile eşlik edememe riski vardı. Bir evlat için en büyük acılardan biri, annesinin cenazesine katılamaması olsa gerek. Böyle bir şeyi hiç düşünmemiştim, şimdi yaşayacaktım. İşte annem vefat etmiş ve ben koronaya yakalandığım için cenazesine katılamayacaktım. Son bir umutla kovid testi yaptırdım. Benim test sonucu, gitmeme izin vermedi. Uçakla zaten gidemezdim. Araçla gitme durumunu da çok düşünmekle beraber, namaz ve taziye için geleceklere, bir risk oluşturacağından bunun bir vebal olacağı aşikârdı.
…
Hemen hazırlanarak, hanımla birlikte Gülsüm kardeşimin iki kilometre ilerimizdeki evine gittik. Umutlarımızın neredeyse tükendiği son haftada memleketten babam da gelmişti. Şimdi ona nasıl haber verecektik? Acaba haberi var mıydı? Babam nasıl dayanacaktı? Tepkisi ne olacaktı? Bir sağlık sorunu yaşamaması için ne yapmalıydık?
Bunların hepsini tek tek yaşadık.
Babamın, hayattayken keyif ve sevgiyle terennüm ettiği “Gülkız” seslenişleri, ağlayış, tevekkül, emri hakka teslimiyet, hayat arkadaşına veda sözleri şeklinde çıkıyordu artık. Onunla ilgili sitayişkâr mırıldanışları bizim için de birer teselli kaynağıydı.
Denge insanı, vakar abidesi
Annem hep denge insanıydı. Aşırılıktan uzak bir yapısı vardı. Duygularını çok fazla belli etmezdi. Bir kadın ve anne olarak ne kadar saklayabilirse o kadar işte.
Çok sakin, dingin, vakur idi annem. En acı olaylar karşısında sabrını kuşanırdı. Böylesi durumlarda feryat figan ettiğini görmedim, kendisini kızdıracak bir durum olduğunda bağırıp çağırdığını duymadım. Olaylara yaklaşımı, insanlara bakışı, hayatı anlamlandırışı hep bir denge ve makuliyet üzereydi.
Muktesit ev kadını
Aile hayatında, ev ekonomisinde de denge üzereydi; muktesit bir kadındı. Babam tek maaşla, imamlık maaşıyla o günkü şartlarda bile kalabalık sayılacak bir nüfusun geçimini sağlamak için çırpınırdı. Babam ne kadar eli bol ise annem de o kadar dengeliydi.
O, sınırlı gelire rağmen tasarruf eder, hane halkına da misafirlere de akrabalara da ikram eder, Rabbim de bereketini ihsan ederdi.
Misafirperver
Onun en belirgin özelliklerindendi. Misafirperver olmanın zenginlikle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Nice zengin, kuruşu harcarken eli titrer. Ancak ikram etmek de çok yorucu. Evde hizmet edecek kimse olmayınca ne kadar istense de zorluklar yaşanıyordu. Hâliyle çocukların bakımı, okul hazırlıkları, hastalığı, yaramazlıkları da eklenince misafire hürmetin de ne kadar zor olduğu anlaşılır elbette.
Babam eve çok misafir getirirdi. Babamın da gelen misafirlerin de en güzel huyu çok çeşit yemek beklentisi içinde olmamalarıdır. Hazırda ne varsa… Ne hazırlanabilirse…
İyi yemek yapardı annem ve bir mahcubiyet yaşanmazdı.
Antep bölgesinin bir kolaylığını da ifade edelim: Pide fırınları; lahmacun, mevsimi ise patlıcan kebabı, tava, tepside sebze yemekleri için kadınlara büyük kolaylık sağlardı. Ancak bu kolaylık bütçeye ciddi yük getirdiğinden aile bütçesini sarsar ve her zaman bu yola başvurulamazdı.
İnsanlar Anteplilerin hep lahmacun, kebap yediğini zanneder. Yanılıyorlar. Ancak bu, misafir gelince yaşanan bir ayrıcalıktı çoğu zaman…
Dedikodudan uzak
Dili korumak bir insan için ne kadar da zor… Yalandan, dedikodudan, iftiradan sıyrılabilmek ne kadar da mücadele gerektiren bir durum… Annem zorlanmazdı hiç. Ben annemin yalan söylediğini hiç hatırlamıyorum, duymadım. Evlatlar, ebeveynlerinin açıklarını bulunca biraz da keyifle bunu ihsas ettirir ya, ben böyle bir şey yaşamadım.
Dedikodu yapmaz, kimsenin hukukuna girmez, mahremiyetini zedelemezdi.
İnsanlar da emindi bu konuda, ne güzel…
Çocuklarının annesi- babası
Bir dönem, ailenin kıt kanaat geçimine ek yaşadığımız ciddi zorluk dönemi de oldu. Babam memuriyetten istifa etti ve biraz işsiz kaldıktan sonra Almanya Millî Görüş Teşkilatı’na gitti din görevlisi olarak. O dönemde annem, önce maddi imkânsızlığı, sonra da evin reisinin yokluğunu hissettirmemek için nasıl da çırpındı.
Hem anne hem baba oldu deyim yerindeyse. Bunu emeklilik sonrası babamın Hollanda’ya gidişinde de yaşamıştı. Ama Rabbimin lütfuyla bunları aşmıştı…
Sohbet ehli…
Sohbeti severdi annem. Yer yer kendisi sohbet tadında konuşmalar, kısa değerlendirmeler yapsa da daha çok dinlemesini severdi. Merhum Hacıbabam, Muhammed Emin Er eve geldiğinde erkeklerin yoğun olarak katıldığı sohbetlerden kadınların da yararlanması için özel çaba harcardı.
Dedem, önceleri bir perde arkasından kadınlara sohbet ederdi. Daha sonraları edindiği seyyar ses cihazı ile uzaktan/ ayrı odadan nasihatlerini yapardı. Dedemin olmadığı zamanlarda da çoğu zaman kız kardeşlerimin, eşimin sohbet ettiği haftalık buluşmalar düzenlerdi. Buna çok önem verirdi. Hemen hemen son yıllarına kadar buna dikkat etti.
Saliha bir kadın…
Adı gibi saliha bir kadındı. İbadetlerini aksatmazdı. Namazlarını vaktinde, hep sünnetleriyle kılardı. Cemaatle namaz kıldığımızda, imam olarak ikindi ve yatsının ilk sünnetlerini kılmadığım ve hemen farza başladığımda boynunu büker, ‘keşke Peygamber Efendimizin bu sünnetinden mahrum kalmasak’ derdi. Ben de ‘anneciğim, bazen terk etmek de sünnettir, merak etme’ diye teselli verirdim.
Teheccüd başta olmak üzere nafile ibadetlerine çok önem verirdi. Pazartesi perşembe günlerini oruçla geçirmeye çalışırdı. Günlük Kur’an okumasını belli vakitlerde yapardı. Ben de uyanıklık yapar, hediye ettiğim Kur’an-ı Kerim’i okumasını sağlar böylece sevabından hissedar olmaya çalışırdım. Sabah namazından sonra da başına tülbendini geçirir, zaman zaman çıkan hafif bir ses ve hissedilen salınışla Rabbine kalpten yolculuk yapardı.
Annem hep bekleyendi.
Dışarıdaki evlatlarını beklerdi. Anne babasını, kardeşlerini, yakınlarını, dostlarını, gelecek misafirleri beklerdi. Torunlarını beklerdi. Hayırlı haberler beklerdi. Babam abdest almaya gelecek, gittiği şehirden gelecek, köy ziyaretlerinden gelecek, habersiz gidişleri gibi ani gelişlerini bekleyecek, Almanya, Hollanda’dan gelecek onu beklerdi.
Erdem Beyazıt, bu bölümü sanki annem için yazmıştı:
“Kadınlar bilirim ülkeme ait
Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak
Göğüsleri Çukurova gibi münbit
Dağ gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasıl beklerse
Öyle beklerler erkeklerini
Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.”
Annem dünya bekleyişini tamamladı üç yıl önce ve ebedi âleme göçtü. Artık bize düşen, onun ruhuna Fatihalar, hatimler ve iyilikler bağışlamak. Mizanı hayır üzere daim ve kaim olsun…
Çok sık rüya görmem, daha doğrusu hatırlamam. Ama annemi görüyorum rüyalarımda. Çoğu zaman son yıllarındaki hâl ve yüz ama daha dinç ve canlı bir yapı. Onu rüyamda görünce ne kadar da huzurlu oluyorum. Yakınlarımızdan da rüyasını anlatanlar oluyor. En son, bir yakınımız gördüğü rüyayı geçenlerde anlatmıştı: “Anneni gördüm. Güler yüzü ve genç görünümüyle gelmişti. Biz bir sohbetteydik. O, elinde suyla gelmişti. Bana ikram etti. ‘İç bunu, bu su cennettendir, iç!’ Ben, suyun hemen bitmesini istemiyordum ve azar azar içmeye başladım. Bana çıkıştı: “Bol bol iç, eğer biterse ben yine getiririm, korkma!’ Bunun üzerine kana kana içtim.”
Birlikte Kevser’den içmek duasıyla…
…
Bursa’ya okumaya gittiğimde, evden her ayrıldığımda annem sessiz sessiz ağlarmış.
Kardeşlerim bana çok sonraları söyledi.
Ah anneciğim! Ben sanki çok güler miydim? Giderken gülsem de otobüs hareket edince boşalırdı damlalar. İnsanlar görmesin diye gizlice ağlardım. Uludağ’ın yamaçlarında seni düşünürdüm. Ulu Caminin şadırvanında seni isterdim yanımda. Ders kitabının satır aralarından sen çıkardın tebessümünle, ben hüzünlenirdim. Sana benzeyen bir kadın gördüğümde sen gelirdin hayallerime. Bir romanda, bir menkıbede, bir şiirde anne geçse seni yanı başımda bulurdum. Ayrıydık ama sen hep benimleydin çoğu kez. Rabbim bana seninle teselli sunuyordu, sana bağlıyordu.
Biliyor musun anne? Sen gittikten sonra artarak devam etti bu hâllerim… Üstelik yeni hâller de eklendi bu yaşadıklarıma. Önceleri, seni görme, sesini duyma özlemiyle doluyken vuslatla giderirdim bunu. Ama şimdi hasret artıyor anne, artıyor…
Bayramın eski tadı yok anne. Evinin, odanın, memleketin eski heyecanı yok anne. Babamın yanındaki varlığının bıraktığı boşluk dolmuyor. Kapıdan görünmeni bekliyorum ama gelen yok. Çalan zilde, titreyen telefonda, açılan kapıda, seni görmeyi bekliyorum hâlâ. Dolmalar, peynir, bulgur, şeker, salça ile evimizi bereketlendirmeni bekliyorum ama artık yok… Yemekler de lezzetini alıp gittiler seninle.
Kalbimde boşluk her gün derinleşse de Rabbimin rahmetine sığınarak cennette buluşacağımız günü bekliyorum. Kabrin, pürnur olsun anne…