İlim Yolunda
Dayım Reşit’in yanında Ebcet’i okurken peltek (S)’yi Sin harfi gibi okudu. Kendisine hemen sordum:
-Yazılışları farklı olan bu iki harfi aynı şekilde okudunuz. Eğer bunlar aynı ise niçin iki tane. Yok, eğer farklı sesleri, okunuşları var ise nasıl okunur?
Dayım, bu konuda eğitim almamıştı, cevabı olumsuz oldu:
-O farkı biz bilmiyoruz. Tecvidi bilenler bilir.
-Peki Tecvidi kim bilir?
-Buralarda bilen yok. Ancak Çüngüş’e bağlı yeni köyde Molla Mustafa bilir.
HOCA ARAYIŞLARI
Ben de hiç vakit kaybetmeden Molla Mustafa’nın yanına gittim.
Hoca efendiye geliş gayemi anlattığım zaman, köyümün uzak olduğunu beyan ederek bana ders veremeyeceğini, bunun çok zor olacağını söyledi ve ekledi:
-Çüngüş’te Molla Ali var ona git. O sana ders verir.
Çüngüş, o zaman nahiye idi. Ben vakit kaybetmeden oraya gittim. Ali Hoca’ya bir gece misafir oldum. Fakat O’ndan da istediğim cevabı alamadım:
-Eğer evin burada olsaydı sana memnuniyetle ders verirdim, fakat evin burada değil ne yapayım? dedi.
Gerçekten hocalar haklıydı. O zamanlar öğrenci barındırıp okutmak yoktu. Benim kalacak yerim olmadığından buradan da üzülerek ayrıldım.
Ama benim okuma isteğim kaybolmamıştı. Yaşadığım olumsuzluklara rağmen ben işin peşini bırakma niyetinde değildim.
Bizden çok uzak bir köyde çok âlim bir zat vardı onun ziyaretine gittim. Bu zat, İzmirli İsmail Hakkı’nın medrese arkadaşıydı. Çok ihtiyardı, ihtiyaçlarını göremeyecek bir haldeydi. Buna rağmen zihni dinçti ve dini konularda çok hassastı. Sohbet esnasında söz bir ara fetva verme işine gelince, hiç unutamadığım şu tespit ve tavsiyelerini bize aktardı:
-Fetva vermek çok güçtür. Bir kaç kitabı incelemeden fetva vermemeli.
Âlimin birine ‘merkebin ayakları kaç tanedir?’ diye sorulduğunda, ‘gidip bakayım da ondan sonra cevap vereyim.’ demiş. ‘Sen şimdiye kadar merkebin kaç ayağının olduğunu bilmiyor musun?’ denildiğinde ise şu cevabı vermiş: ‘Gördüğüm zaman dörttü, ama şimdi değişmiş olabilir”
O hoca efendi, bu örnekle, insan bir konuyu ne kadar iyi bilirse bilsin, yine de tekrar inceleyip tahkik ettikten sonra fetva vermelidir. Bu iş çok büyük bir sorumluluk gerektirmektedir, demek istedi.
Bu âlim zatın Niyazi adındaki torunu, dedesini tasdik etmek için söze karışarak bir olay anlattı:
-Dede, bir adam, kendisine hesap kitap işlerinde yardımcı olacak bir yardımcı arıyormuş. Kâtiplerin bir araya geldiği bir çayhaneye gitmesini söylemişler. O da oraya gitmiş.
-Bana bir katip lazım deyince, birisi yanına gelerek, ‘ben katiplik yaparım’ demiş.
Adam ona sormuş:
-İki kere iki kaç eder?
Genç kâtip adayından hiç düşünmeden cevap gelir:
-Tabi ki dört eder.
Gencin hemen cevap vermesi adamın hoşuna gitmez ve onu almaz.
Bir başkası ‘ben geleyim’ der. Ona da aynı soruyu sorup da aynı cevabı alınca ondan da vazgeçer. Orada bulunan üçüncü bir şahıs ‘ben geleyim’ der. Adam ona da aynı soruyu sorar.
Fakat bu şahıs hemen cevap vermez, eline kâğıt kalem alıp hesaplar ve ondan sonra:
-Dört eder, diye cevap verir.
Bu uygulama üzerine, üçüncü genci kâtipliğe kabul eder.
Bu kıssa, hoca efendinin fetva vermedeki hassasiyetine, sorumluluğuna çok uymuştu.
Namaz vakti geldiğinde orada bulunan cemaat beni imam etmek istediler. Ben onların en küçükleri idim. Nüfusa göre 13 ama asıl itibarı ile 18 yaşında idim. İçlerinde okumuşlar da vardı. Ne kadar itiraz ettiysem de kabul ettiremedim, namazı bana kıldırdılar.
Ben namazın birinci rekâtında “Tebbet”, ikinci rekâtta “İhlâs” suresini okudum. Namaz sonrasında bana dediler ki:
-Namazı güzel kıldırdım ama Dat harfinin kalkalesini yapmadın.
Ben de onlara karşı kendimi savundum:
-Bu dediğinizi uygulamak tecvit bilmekle olur. Fakat bana bu ilmi öğretecek kimse bulamıyorum.
-Bu ilmi Kilan köyünde oturan Şeyh Siraceddin biliyor, ona gidip ders alabilirsin, dediler.
Ben de yeni bir umutla oraya gittim. Şeyh Siraceddin’in Hanımı bana başka bir adres verdi:
-Siverek Çerçili köyünde ikamet eden, beyimin kardeşi Şeyh Şefik, çok güzel Tecvid bilmektedir. Hocasının Hızır Aleyhisselam olduğu söylenmektedir.
Ben de Siverek’e gitmeye karar verdim.
Önce eve geldim. Biraz dinlendikten sonra yanıma bazı Osmanlıca kitaplar alıp, yola revan oldum. Tam yirmi saat yaya yol yürüyerek bu köye ulaştım. Şeyh Şefik Efendi köydeydi. Kendisinden ders almak istediğimi söyledim.
-Ben babamdan ders alarak okudum. Ders alma şeklim şöyleydi: Her gün Kur’ân’dan iki satır okurdum. Okuduğum dersi birinci gün yüz elli defa ikinci gün yüz defa tekrar etmek suretiyle Kur’ânı hatmederek tecvidi öğrendim. Babamın hocası ise Allahu a’lem Hızır Aleyhisselam’dır.
Bu zatlar yani şeyh Siraceddin ve Şeyh Şefik meşhur Şeyh Ali’nin oğulları olup seyyid ve şeyh idiler.
Ben kendisine dedim ki:
-Sizin yanınızda Kurân okuyarak tecvid öğrenmek istiyorum. İsterseniz sizin için çobanlık, çiftçilik de yaparım.
Maalesef müspet bir cevap alamadım ve mecburen köyümüze geri döndüm.
HARF DEVRİMİ
İşte bu dönüşümle birlikte o sırada Latin harfleri kabul edildi. Yani harf devrimi oldu. Arapça okumak şiddetle yasaklandı. Bu olay benim ilim tahsilinde bulunma isteğimi uzun müddet köreltti. Çünkü artık yeni harfle eğitim öğretim yapılıyordu, eski usul ders verenler şiddetli takibata maruz kalıyordu.
Ben bazı arkadaşlarla sadece iki gün okula gittim. Yeni harfleri öğrendim.
Ancak gece gündüz Osmanlıca ve yeni harflerle okuma yazmayı ilerletmeye çalışıyordum. Hiç kimseden ders almadığım halde okur yazar olmama herkes şaşıyordu. Hatta çok yerlerde şu söz söylenmeye başlandı:
-Bir çocuk hiç kimseden ders almadan, okuma yazmayı öğrenmiş. Gece Hızır dersini veriyor.
Benden böyle bahsediyorlardı. Hülasa okuma aşkı bende ziyade idi.
Harf inkılâbının gerçekleşmesiyle birlikte Arapça okumak tamamen yasaklanmış, medreseler kapatılmıştı. Benim okuma azmiyle dolu olduğum bu zamanda, ilim öğrenme imkânının ortadan kalkması beni fazlasıyla üzüyordu.