BURHANEDDİN RABBANİ İLE…
Mücahid guruplarıyla, onların liderleriyle görüşmek istiyordum. Çünkü Rus işgaline karşı İslamî bir mücadele veriyorlardı ve bütün Müslümanlar kendilerine maddi ve manevi yardımlarda bulunuyordu.
O zaman Hizb-i İslami lideri Gülbeddin Hikmetyar Suudi Arabistan’da idi. Burhaneddin Rabbani’yi ziyaret ettim. En önemli meselelerden biri olan, Müslümanların ayrı gurup ve cemaatler halinde olmasının, birbirleriyle uğraşmasının getirdiği sıkıntıları hatırlatarak Rabbani’ye sordum:
-Niçin birleşmiyorsunuz. Halk sizi itham eder.
Rabbani:
-Ben birleşmek istiyorum, böyle bir şey olursa teşkilatımla beraber teslim olurum.
Ben bu sözü duyunca tabi ki sevindim. Ancak bu iş elbette çok kolay değildi. Bir kaç gün sonra Rabbani “Özbeklere gidelim” dedi. Onunla bir arabaya binip gittik. Dört asker de bizimle geldi. Biz arabadan dışarıyı görüyorduk, fakat dışarıdan görünmüyorduk! Arabanın camları o şekilde idi. Askerlerden ikisi arabanın önünü, ikisi de arkasını gözetliyordu.
Rabbani, Özbeklere konuşma yaptı, tavsiyelerde bulundu. Sabır ve takvadan bahsetti. “İnşallah Buhara’yı da, Semerkand’ı da alacağız” dedi. Oradan başka bir şehre gittik. Ziyaül Hak, o şehri Özbek mücahitlere vermişti. Gençlerden hiç kimse yoktu şehirde! Hepsi cephede idiler. Sadece 70-80 yaşlarında beyaz sakallı münevver yüzlü yaşlılar vardı şehirde. Hepsi de halı dokuyorlardı. Orada, değişik yerlerden gelen altmış kişi idik. Bize ayrı ayrı çaydanlık, bardak, şeker ve çay verdiler.
Daha sonra Peşaver’e döndük. Peşaver’de, Mücahit grupların ayrı ayrı hastaneleri vardı. Oraları gezdim. Hastanelerde kolu, ayağı, burnu kopanlar yatıyordu. Tüfekle yaralı olanları az gördüm. Çoğu mayın ve top mermisi ile yaralanmışlardı. Doktorları yok hükmündeydi. İlaçları da yetersiz durumda idi!
Bir de bunların okullarını gezdim. Kızlar ayrı erkekler ayrı okullarda okuyorlardı. Bir okulun tüm masrafını Medineli bir kişi ödüyordu. Kızların okuluna gitmedim. Bazı öğrencilere:
-Okuyorsunuz, büyüyünce ne olacaksınız? diye sordum.
Aldığım cevap tam onlara yakışan türdendi:
-Pilot olacağız, Rusları bombardıman edeceğiz.
Belirli saatlerde kışlalarını gezdim. Bir yerde talim yapıyorlardı. Bir yerde odun taşıyorlardı. Bir yerde ekmek pişiriyorlardı. Dar bir yerde otuz kırk fırında ekmek pişiriliyordu. “Bu sıcakta nasıl dayanıyorlar” diye hayret ettim.
Bir müddet resmi olan bir yerde yatıp kalktık. Daha sonra, her grubun kendine ait misafirhaneleri vardı. Orada birkaç gün kaldım. O misafirhanede hizmet edenler “bir şehidin oğlunun düğün merasimi var” dediler. Düğün evine gittim. Hiçbir şeyleri yoktu. Hatta evde serilecek bir şey bile yoktu. Washington’daki mühendis Yusuf Beyin bana verdiği dolarlar yanımdaydı. Onlardan kendisine biraz verdim.
GÜLBEDDİN HİKMETYAR İLE…
Günlerimiz, mücahidleri ziyaret, sohbet ve irşatla geçerken, Hikmetyar Suudi Arabistan’dan döndü. Onunla da çok verimli sohbetlerimiz oldu. Ona da:
-Siz neden birleşmiyorsunuz. Hem Ruslara karşı savaşıyorsunuz, hem de aranızda ayrılık var. Halk sizi itham eder, dedim.
Dedi ki:
-Ben de birleşmeyi istiyorum. Böyle bir şey olursa teşkilatımla teslim olurum.
Fakat yanında bulunan bazıları dediler ki:
-Halkımız cahildir. Biz Afganlılar en az kırk aşiretten bir araya gelmişiz. Her biri “bizim dediğimiz olsun” diyorlar. Biz bu ayrı kırk grubu, altı gruba indirmişiz. Bu da büyük bir başarıdır.
Daha sonra Sıbğatullah Müceddidi’yi ziyaret etmek istedim. Onun ziyaretine giderken köşelerde, sokaklarda silahlı bekleyen askerler gördüm. Rabbani’nin yazısını gösterip onun referansı ile gidiyorduk. O belge olmazsa bizi bırakmazlardı. Rabbani, İmam-ı Rabbani’nin neslindendir. Ben Danimarka’ya gittiğimde Rabbani’nin oğlu orada okuyordu. Doktorasını vermişti. Beni misafir etmişti. Bana o zaman dedi ki:
-Keşke babam başkan olmasaydı. Çünkü Hikmetyar’la arası açılır.
O zaman araları açılmadı ama birkaç yıl sonra maalesef, ülkeyi bir iç savaşa götüren çatışmalar yaşandı. Müceddidi’nin yerini, Rabbani ve Hikmetyar’ın yerlerinden daha farklı gördüm.
Burada imkânlar daha çok iyiydi. Her taraf halı döşeli idi. Askerler kendisine ayakta hürmet gösteriyorlardı. Öbür ikisinde bunlar yoktu. Fakat Müceddidi’nin daha âlim olduğunun farkına varıyordum. Kendisi zaten, Ezher mezunudur. Epey de telifleri (yazılı eserleri) vardı. Eserlerinin ekseri de Farsça idi. Kitaplarından on tanesini bana hediye etti.
Hem Rabbani’nin hem de Müceddidi’nin bazı toplantılarında hazır oldum. Konuşmalarını dinledim. Rabbani’nin toplantı yaptığı alanlar, mekânlar çok mütevazı idi. Müceddidi’nin konuştuğu, toplantılar düzenlediği yer ise çok fantezili, süslü bir mekândı. Konuşmalarında, kendi aralarında sulh taraftarıydılar. Sulhla ilgili ayetler okurdu. “Allah daima harb edin diye emretmemiştir” derdi. Zaman zaman “Keşke Hikmetyar da burada olsaydı da bu dediklerimizi dinleseydi” derdi.
CEPHEYE DOĞRU…
Ben cihada katılmak istiyordum. Sadece mücahidleri ziyaretle yetinmek istemiyordum. Bu amaçla cepheye gitmek istediğimi tekrarladım. Benim kesin kararlı olduğumu anlayınca durum değerlendirmesi yaptılar.
Rabbaninin askerlerinin bulunduğu cephede hava durumu çok soğuktu. Hikmetyar’ın kaldığı bölge biraz daha normaldi. Onun için Hikmetyar’ın cephesine gitmemi muvafık gördüler.
Benimle üç arkadaş daha vardı. Bizi hududa kadar götürecek araba bulamıyorduk. Bilahare fazladan para vererek bir araba bulduk. Bu sırada gideceğimiz cephe komutanının, evine izinli olarak geldiğini söylediler. Ona, bizim kendi cephesine gideceğimizi haber verdiler. O da hemen evinden gelip bizi karşıladı.
-Sizler bize güç kuvvet veriyorsunuz. Daha çok cesaret alıyoruz bu ziyaretlerden, deyip bizi kucakladı.
Biraz hasbıhal ettikten sonra, biz ayrılıp cepheye doğru gittik. O da izni bitince geldi. Sınıra çok yakın bir yerde ordugâhın cephanesi vardı. Gerektiğinde buradan kuvvet alınıyor, ikmal yapılıyordu. Oraya yaklaştığımızda top atışlarının sesi bize geliyordu. Dediler ki:
-Cemalettin Kaplan da buraya kadar geldi. Topların sesini duyunca “geri döneceğim” dedi. Her ne kadar kendisine “hocam ayıp oluyor” diye yalvardıksa da fayda vermedi geri döndü.
O gece ordugâhta yattık. Şafak olmazdan evvel onlar işrak vaktine kadar ders okumaya başladılar. Cihadla ilgili ayetlerin tefsirlerini ders olarak okuyorlardı.
Peşaver’de iken mücahitlerin giydiği elbiselerden bana da vermişlerdi. Onları giyinmiştim. Elbiseler toprak renginde idi. İnsan yerden fark edilmiyordu. İşraktan sonra bize silah verdiler. El bombası verdiler. Askeriye arabasına bindirdiler. Dolaşa dolaşa dağa çıkıyorduk. Yolda bir iki metre yükseklikte yere saplanmış patlamamış kalın büyük gülleler görünüyordu.
Dağın başına çıktık. Orda bir karakol vardı. Fakat içinde kimse yoktu. Dağın başı sınır idi. Bir tarafı Pakistan, bir tarafı Afganistan’dı. Araba oradan geri döndü. Biz de yaya olarak diğer tarafa doğru yürümeye başladık. Mücahitlerin yerine gittik. Oradakiler bize dediler ki:
-Mücahitler dağın öbür tarafına gitmiş, Ruslarla bir çarpışma içindeler, füze atıyorlar. İsterseniz burada bekleyin, isterseniz oraya gidin!..
Bulunduğumuz yer ile Rus birlikleri arası on km idi. Mücahidler beni uyardılar:
-Sarığın beyaz, uzaktan görünür. Düşman daima kontrol ediyor. Bir kişiyi fark ettiler mi top atıyorlar, atış yapıyorlar.
Bunun üzerine ben de sarığımı çıkardım. Bulunduğumuz bölge sıcaktı. Kuner isimli şehirde Ruslar vardı. Biz dağda idik. Burası Cemalettin Afgani’nin memleketi idi.
CEPHEDE…
Bir ara sekiz on mücahidin, silahları omuzlarında döndüğünü gördük. Hava da sıcak. Onlarla beraber savaşın merkezine döndük. Ramazan ayı idi. Oruçtuk. İki saat iniş, iki saat çıkış, takatten düşmüş, adeta adım atacak halimiz kalmamıştı.
Yolda elbiseleriyle suya girenler oluyordu. Fakat kısa bir zaman sonra kuruyordu elbiseleri. Hava o kadar sıcaktı. Biliyordum bize oruç farz değildi. Fakat itikatları (samimiyet ve davaya bağlılıkları) bozulmasın diye bir şey söylemiyordum.
Akşam ezanı ile beraber çadırlara yetiştik. Yağsız bir pirinç pilavı getirdiler. Üzüntülü bir sesle:
-Başka bir şeyimiz yok ki ikram edelim, dediler.
Hâlbuki bu yemek bizim için en lezzetli, en şifalı yemekti. Çünkü mücahidlerin yemeği idi. Teravihi sekiz rekât olarak kılarlardı. Riyaz’us-Salihin’den de günde bir ders okuyorlardı. Savaş ortamında bile ibadet ve eğitim eksik olmuyordu. Dağda odun çoktu. Odun keser getirir, ekmeklerini fırında kendileri pişirirdi.
Silah talimini iki gün içinde öğrendim. Silah on üç parça oluyordu. Hem o parçaların ismini hem de söküp takmayı öğrendim. Daha sonra silahı söküp takma işini gözümüz kapalı yapardık. Sonra bizi atışa götürdüler. Birinci atışta vuramadım. İkincisinde vurdum. Bana dediler ki;
-Eğer hedefin bir insan olsaydı o birincisinde de vururdun. Nişan aldığımız küçük bir taştır.
Ben mücahitlere buralarda satın almak için inek falan var mıdır? Diye sordum.
-Var dediler
Onlara para verdim. Köylerden bir inek aldılar. Onu kestiler, etini mücahitlere dağıttılar. Bir gece ben nöbetteydim. Bir çok silah sesi gelmeye başladı. Ama uzakta olduğu için sadece hazırlıklı olarak bekledik.
***
Dağın eteğinden başına kadar belli aralıklarla, mücahidlere ait uçak savarlar vardı. Her birisinin yanında gece iki nöbetçi bulunurdu. Ayrı ayrı şifreleri vardı. Bir parola verirlerdi. Gelen parolayı bilmezse “vurun” denirdi.
Bana nöbeti emretmiyorlardı. Fakat sevap için ben isteğimle tuttum. Zaman zaman o şehre füze atıyorduk. Dağ başında rehber vardı. Bize telefonla bilgi veriyordu. Ona göre hesap yapıp atardık. Atışı müteakip hemen isabet edip etmediğini sağa mı, sola mı veya nasıl bir atış yapılması gerektiğini söylerlerdi. Füzeyi atarken o dağ başında sanki kayan bir yıldız ışığı beliriyordu. Bu ışık görününce patlama sesi geliyordu. Mermi sesten evvel gidiyordu.
Bizim attığımız füzelere karşılık düşman grup grup uçağı üzerimize gönderiyordu. Onlar gelince bu sefer uçaksavarlarla karşılık veriyorduk. Çok dehşet alevli oluyordu. Gelen uçaklar bize yanaşamıyordu. Attıkları mermiler uzağımıza düşüyordu. Uçaktan düşen gülleler (bombalar), yeri kuyu gibi eşiyordu. Kalkan duman havaya yükselip gidiyordu. Büyük bir duman!
Benim kulaklarım, mantar tabancasından bile rahatsız olurken, bu patlamalardan çıkan çok daha dehşet verici seslerden ise o kadar rahatsızlık duymuyordum.
Zaman zaman Ruslar da bize füze atıyorlardı. O zaman biz yere yatıyorduk. Fakat Allah’ın yardımıyla bize isabet etmiyor, dağın ta öbür tarafına düşüyordu.
Mücahitlerin dağda gece gittikleri yere biz gündüz gidemiyorduk. Dağlar çok sarptı. Onlar çok rahatlıkla gidebiliyorlardı. Fakat düz yerde de mücahidler bana yetişemiyorlardı. Hatta bir defa çabuk gittim. İki rekât işrak namazı da kıldım. Ondan sonra bana yetişebildiler.
Tercümanlık yapanların bazısı talebe, bazıları da memur idi. Bunlar okullarına, işlerine dönünce tercüman kalmayacağı için ben de onlarla Paşaver’e döndüm. Mücahidlerle bir müddet devam eden ve Ruslarla çarpışmalara da girdiğimiz seferimiz böylece sona ermiş oldu.
İslamabad’a gittim. Bilet bulamadım. Orada Cidde-Mısır-Türkiye bileti bulabildim. Pakistan’da saat altıda iftar ederken uçakta saat dokuzda iftar ettik. Uçak’ta bir bayan secadenin üzerinde namaz kılıyordu. Ona gıptayla baktım. Namazını bitirince başörtüsünü çıkardı açık bir şekilde oturdu. Üzüldüm.
AFGANİSTAN SEYAHATİ
(İslam Mecmuası ve Milli Gazete’de yayınlandı)
Soru: Hocam! 1,5 yılı aşkındır Türkiye’de olmadığınız ve okuyucularımız sizleri çok özlediler. Bazen ABD’den, bazen İngiltere’den, bazen de Bangladeş ve Hindistan’dan selamlarınızı aldık. Ama en önemlisi Afganistan seyahatiniz oldu. Cephede kaldınız, savaşan mücahitlerle dağlarda beraber oldunuz ve cephe gerisinde milyonlarca mültecilerle görüştünüz, konuştunuz. Seyahatinizin bu bölümü nasıl gerçekleşti?
Cevap: 27 Aralık 1979’da başlayıp dokuzuncu senesine girecek olan Afgan cihadını hep duyuyorduk. Öyle ya, bu dillere destan cihat, dünyanın en büyük süper devletine ve en zalim, en acımasız devletine karşı dokuz yıl nasıl sürdü ve mücahidler nasıl başarıyorlar? Tanka, topa, bombalara ve füzelere karşı bu savunmasız, silahsız insanlar nasıl karşı koyuyorlar? Daha doğrusu inancın, ihlasın, takvanın ve samimi cihad arzusunun, bu acımasız güce karşı nasıl galip geldiğini gözlerimizle de görmek istedik ve Afgan cihadına ve cepheye gitmeye karar verdik.
Almanya’da iken mücahid liderlerinden Sibgatullah Müceddidi’nin doktor olan oğluyla görüşmüştük. Yanımda tedavi gören cepheden gelmiş yaralı bir komutan vardı. Bu komutanın dizkapağına isabet eden kurşunlar diz kapağını parçalamış ve bir ayağını felç etmişti. Doktor Müceddidi, yaralı mücahidin dizindeki kurşunu çıkardığında, komutanın tekrar cepheye dönmek istediğine şahit olduk ve o yaralı haliyle, felç haliyle bütün ısrarlara rağmen Almanya’da kalmayıp cepheye geri döndü. Biz kendisini tekerlekli arabasıyla Köln’de Uçağa kadar gözümüzden yaşlar akıtarak uğurladık. Anladım ki, onu cepheden, cihaddan ayıracak hiçbir güç yok. Yine Amerika ziyaretimden değerli kardeşimiz Dr. Fatih Ramazanoğlu ile görüşmüştük. O da kendisine gelen yaralı mücahidlerin tedavisiyle uğraşıyordu. Bir çocuk vardı, 16-17 yaşlarında. Vücudundaki kurşunlar henüz çıkarılmamıştı. Ziyaretimizde bize; “Gayemiz yalnız vatanımızı kurtarmak değildir. Bunun yanında İslam ve Müslümanların şerefini de kurtarmaktır. Biz Allah yolunda cihad ediyoruz. Yataktan kalkayım tekrar Ruslarla savaşa döneceğim” demesi bizlerin Afganistan’a, cepheye gitmemizi hızlandırdı.
Tabi en önemlisi Afgan cihadı bütün dünya Müslümanlarına tanınmış en temiz, en büyük şehadet fırsatıdır. Zira onda yalnızca Allah rızası ve kelimetullah vardır. Bu cihad tamamen tevhid içindir. Kur’an ve Sünnet içindir. İslam devleti içindir. Böylesine itikadi ve ameli cihetten tertemiz olan bir cihada katılmak aslında bizlere sunulmuş en büyük nimettir. Rabbımızın katında en yüksek merteenin şehidlik olduğunu düşününce ve şahadetin en güzelinin Afganistan’da gerçekleştirildiğini tefekkür edince, cepheye de gitmekten kendimizi alamadık ve 16 gün kadar bizzat top, roket, füze ve uçaksavar atışlarının içinde bulduk.
Soru: Gördüğünüz liderleri bize biraz tanıtır mısınız? Bir de sizin gözünüzle değerlendirmiş olsak.
Gülbeddin Hikmetyar, çok mücahid bir insan. Hem genç ve dinamik, hem cihad ruhuyla dopdolu bir insan. Kendi mücahidleri de öyle. Cephedekilerin %40’a yakını Hizb-i İslami mücahidi denilebilir. Amerika, Rusya, İngiliz, İsrail gibi emperyalist düşmanların oyunlarını çok iyi kavramış biri. Orada, bütün bunların aslında birbirinden hiç farkının olmadığını sürekli anlatıyordu. Kültürel olarak da çok iyi yetişmiş bir lider. Kendisinden çok hoşlandım.
Burhaneddin Rabbani, İmam-ı Rabbani soyundan. Alim, fazıl, arif bir zat. Yaşıyla beraber, olgunluğu ve cihad aşkı çok dikkatimi çekti. İlme, irfana ve gönül zenginliklerine, yani tasavvufa çok önem veriyor. Nafile ibadetlere de çok önem veriyor. Cihad, ilim ve gönlü tezkiye işini yani tasavvufu hep beraber götürüyor. Bu yüzden herkes kendisini çok takdir ediyor. O da Hikmetyar gibi masabaşı çözümlerinin hiçbirini kabul etmiyor. Tek yol cihad ve çözüm İslam devleti diyor.
Abdurrabbiresul Sayyaf; yaşlı olmasına rağmen ne ilimden, ne de cihaddan uzaklaşmış. 1973-1979 arasında Davut Han döneminde hapiste geçirmiş. Taraki darbesiyle birlikte idamı istenmiş. Arkadaşlarının çoğu idam edilmiş. Kendisi ayrı bir hapishanede, Mimezeng Hapishanesi’nde olduğundan, Rusların Afganistan’ı işgal ününde, hapishanelerde Müslümanlar kalmadı. Nasıl olsa hepsi idame edildi düşüncesiyle bütün hapishanelerin kapılarını açmalarıyla şans eseri idamdan dönmüş biri.
İttihad Bera’yı Azadiyi Afganistan’ı kurarak cihadı başlatanlardan biri. Sorduğumuzda hiziplerini başından sonuna dek, Kur’an ve Sünnet-i mutahharaya dayalı olduğunu, Resulullah’ın ve Hulefayı Raşidin’in siyasetinden istifadeyle gerçekleştiğini söylemişti.
Cephede ve cephe gerisinde medreseler kurmuş, 420 kadar küçük büyük medresesi var. Şaşıracaksınız ama bu kadar hengamede bir de üniversite kurmuş. “Davet ve Cihad Üniversitesi” Niçin mi? “Bizim alimlere ihtiyacımız var, bilginlere ihtiyacımız var, devleti yönetebilecek kapasiteli kadrolara ihtiyacımız var. Sorumluluk altına girebilecek gençlere ihtiyacımız var. Bütün bunları göz önüne alarak üniversiteyi kurduk” diyor. Abdürrabbiresül Sayyaf.
Soru: Türkiye’deki kardeşlerimize bazen yanlış bilgiler de gelebiliyor. Rabbani biraz Amerikanvari, Sayyaf biraz Suudi kaynaklı gibi. Sözleriniz bunları da yalanlıyor elbet.
Çok büyük günahlarını alırlar Allah korusun. Görüştüğümüz liderlerin hepsinin özlediği yalnızca Allah rızası için cihad ettikleridir. Hiçbirisinde makam, mevki, koltuk hırsı görmedik. Sadece İslam’a hizmeti düşünüyorlar. Sıbgatullah Müceddidi var mesela: Sulh taraftarı. Diyor ki, “Sekiz yıldır sürdürdüğümüz cihad biraz yorgunluk, biraz zayıflık meydana getirebilir. Gelin bir de istek ve şartlarımız doğrultusunda sulha razı olalım. Dikkat ederseniz Sıbgatullah Müceddidi de İslam devletinin kurulması ve Rusların geri çekilmesi taraftarı. Bir farkla ki, bu iş sulhla gerçekleşsin itiyor. Hedefte bir şaşma yok.
Soru: Sayyaf’In siyasi çözüm için ne önerdiğini bugüne kadar okuyucularımız duyamadılar. Ne diyor siyasi çözüm için?
Cephedeki Mücahitlerin %90’ına hitap eden üçlünün; Hikmetyar, Rabbani ve Sayyaf’ın görüşleri aynı hepsi de siyasi çözüme karşı.
Soru: Sıbgatullah Müceddidi sulh taraftarı dediniz. Kim bu lider ve etkinliği nedir, nerelere kadardır?
Sıbgatullah, Milli Kurtuluş Cephesi’nin lideridir. Kendisiyle çok beraberliğimiz oldu. Art niyetinin olmadığına ve hep Afganistan için, Müslümanların menfaati için düşündüğüne kesinlikle kanaat getiriyorum. Şöyle diyor: “Cenab-ı Hakka bize cihadı sürekli olarak farz kılmadı. Hayatımı zda bazen savaş bazen de barış olsun. Biz şimdi sulh olmasını istiyoruz.” Sıbgatullah, sulha davet ayetini yanlış anlıyor. Bir defa Müslümanlar olarak yurtlarından kovulmuşlar ve savaşa devam ediyorlar. Korumak ve kurtarmak sulhtan önce gelir ve sulh ancak mutlak galipken yapılır. Sulhta İslam’ın izzeti, Müslümanların şerefi asıl olmalıdır.
Soru: Hocam Peşaver adeta bir mülteci şehri. Şu an 4 milyona yakın Afganlı mülteci var. Neler yapıyorlar?
Peşaver, devlet içinde bir devlet gibi. Mücahidler sanki orada bir devlet kurmuşlar. İttihadın merkezi, yani meclisleri var. Bütün partilerin liderleri orada partileriyle birlikte, faaliyetlerini ve hizmetlerini yürütüyorlar. Mücahid çocukları için ilk, orta ve lise okulları açılmış. Hastaneler, askeri kışlalar, yetim ve öksüz evleri, medreseler, ticarethaneler… vs. kısaca her şey var Peşaver’de.
Her hizbin ayrı kışlası ve ayrı hastaneleri var. Rabbani’nin harp akademisi, Sayyaf’In üniversitesi, Hikmetyar’ın cihad için savaş kampları dikkat çekici şeyler. Ayrıca el-İhvanül Müslimin ve Cemaat-ı Mevdudi’nin çok modern ve tam teçhizatlı hastaneleri var. Burada her türlü tadavileri Allah rızası için yapılıyor. Türklerden gönüllü olarak buralarda çalışanları görünce çok sevindim. Keşke mücahit kardeşlerimize bir hastane de biz açabilseydik ve imanlı doktor kardeşlerimizden gönderebilseydik.
Yetimhaneye şehid çocuklarını sevmeye gittik. Burhaneddin Rabbani ile. Etrafımızı çocuklar sarmıştı. Şakayla bir şehid yavrusuna dedim ki, “Ruslar buraya kadar gelse ne yaparsın?” Bana hiç beklemediğim bir cevabı verdi. “Rusları babalarımızın bombalandığı gibi bombalarız, onlarla harp eder ve onları yeneriz. Bu yolda şehid olursak da seviniriz. Allah’ın huzuruna şehid olarak varacağımız için.”
Küçücük çocuğun verdiği cevap bu. Cihad, çoluk, çocuk, genç-ihtiyar herkesi öyle bir yetiştirmiş ki bir göreceksiniz.
Soru: Hikmetyar, kendisiyle yaptığımız bir görüşmede “Cihad milletlerin onarımı, lider ve şahsiyetlerin yetişmesi için en güzel medresedir. Milletimiz de, bu kısa zamanda, cihad sayesinde başlayan fikri, akidevi ve siyasi uyanmayı hiçbir yolla elde edemezdik” demişti. Bu gerçeği siz de gözlerinile gördünüz mü?
Evet çok dersler aldım. O yüzden herkesin Afganistan’ı görmesini, dünyanın en temiz cihadını orada görmelerini istiyorum. Anladım ki Müslümanların en iyi irşad ve tebliği, cihad siperlerinde gerçekleştiriliyor. Ve anladım ki, hidayet ve nusretin kapıları, cihad ruhundan uzak milletlere kapanıyor. Zaten Peygamber (SAV) efendimiz, “ömründe bir kez olsun cihadı arzulamayarak ölen kimse münafıklıktan bir şube üzere ölmüş olur” buyurmuyor mu? Allah bizi cihaddan uzak eylemesin.
Soru: Sıcak cihadı da gördünüz. Cephede bulundunuz. Cepheye nasıl gittiniz ve neler hissettiniz?
Cepheye yeni gidenleri, Pakistan sınırındaki savaş kamplarında, cihad medreseleri denilen yerlerde bir ön eğitimden geçiriyorlar. Ben, Halit b. Velid adı verilen kampa gittim. Orada mücahidlere füze kullanımı, uçaksavar ve roket kullanımı öğretiliyor ve bir de savaşın en zor şartlarına karşı dayanıklılık eğitimi yaptırılıyor. Burada, mücahid savaş için gerekli herşeyi öğrendikten sonra cepheye gönderiliyor. Biz de eğitimden geçmiş bir mücahid grubuyla yola koyulduk. Yüzlerce cephe açılmış Ruslara karşı. En yakını üç günlük yol, en uzağı bir aylık yol mesafesinde. Eğer gözlerimle görmesem inanmazdım. Biz gündüzleri çok zor yürüdüğümüz o yüksek dağlardan ve geçit vermez tepelerden, mücahidler üstelik gece yürüyerek gidiyorlar. Geceleri cepheden cepheye her dağda ve her tepede mücahid akını var. Yaralılar gelip götürülüyor, silah ve teçhizat ulaştırılıyor, yani tam bir hareketlilik.
İşte böylesine sarp ve geçit vermez yerlerde Hizb-i İslami mücahidleriyle üçgün yol aldık. Beni çok soğuk ve zor şartlar altında olmamdan dolayı, istediğimiz halde uzak ceplere götürmediler. O dondurucu soğuklarda müchidlerin basit, ince elbiselerle nasıl cephelerde kaldığını fiziken anlatmak mümkün değil. Üstelik o en ağır şartlarda, dondurucu soğuklarda ve doğru dürüst yemeğin olmadığı yerlerde mücahidler oruçlarından ve hatta nafile ibadetlerinden (gece namazları, sabah namazlarından sonra iki saat kadar birlikte Kur’an okumaları ve ders yapmaları) hiç taviz vermiyorlar. Biz kendileriyle cephede oruçlu olarak Ramazan-ı Şerifte tam 16 gün geçirdik. Fıkhen o şartlarda, hem seferi, hem cephe hali ve hem de her an ölüm kalım mücadelesi vermeleri hasebiyle oruç tutmaları zorunlu değilken, “O da bir cihaddır, nefsimizle cihad ediyoruz” diyerek oruç ve diğer ibadetlerden taviz vermiyorlar. Benim en çok dikkatimi çeken mücahidlerin artık nafile ibadetlerini bile veş vakit namaz kadar bir tabiiliğin içinde yapmış olmaları. Teheccüde kalkıyor, işrak namazı kılıyor ve Kur’an okuyorlar. Bütün bunlar cephede ve cephe gerisinde mücahidlerin tabii yaşantılarından oluşmuş. Başarıları da burada: İman, Cihad ve İhsan. Sapasağlam bir itikat,siyasi yönden devlet olma şuuru ve cihad aşkı ve nihayet bütün bunlar nefsi terbiye ederek, tezkiye-i nefs ederek bütünleştirmek.
Cephemizin adı Kunar cephesi idi. Mücahidler ağır şartlar altında cihad ediyorlar. Ruslar ve Afgan askerleri her türlü silah, top, tank, helikopter, roket ve uçaklarla sahip iken, mücahidler yalnızca el silahlarına sahipler. Füzeler bile katır sırtlarında cepheye taşıyorlar. Zaman oluyor ki, yaraları arkadaşlarını dağ ve bayırlarda saatlerce sırtlarında taşıyorlar. Yaz – kış basit çadırlarda günlerini geçiriyorlar. Gıdaları gayet az, basit ve sadedir. Cepheye silah götüren müchidlerin yollarda ot, yaprak, hatta toprak yiyerek günlük yaşantılarını devam ettirmeleri ahval-i adiyeden olmuş sanki. Cephede misafir olduğumuzdan bize ikramda bulunmak için çok itina gösterdiler ve önümüze sade bir çorba ile bir dilim kuru soğan koyabildiler. Hep birlikte sofrada önümüze konulanı yedik. Kunar cephesinde mücahidler, -biz oradayken- Ruslardan iki köyü geri aldılar ve Rusları püskürttüler. Bizimkilerin dağdan da aşırtmalı olarak ve tamamen göz hesabına dayalı gözlemlerle attıkları füzeler üst üste Rus tank ve toplarına tam isabet kaydediyordu. Biz bunu gözlerimizle görüyorduk. Onların gelişmiş füze ve bombardıman uçaklarına rağmen doğru dürüst bir mücahid hedefini vurabildilerini görmedim. Ayrıca Rus uçakları eskiden 4-5 bin feetden uçarken, şimdi 10.000 feetden uçuş yapıyorlar ki, kendilerine müchidlerin uçaksavarları isabet etmesin. Böylesine korkmuşlar mücahidlerden. Hatta bir defasında Rusları ve Afgan askerlerini esir almışlardı. Esirler: “Bizi teslim alan develiler nerede?” diye sormuşlardı. Daha sonra izah ettiler. Devleer üzerine binmiş heybetli, sarıklı, sakallı bembeyaz cübbeli insanlar teslim almışlar. Böylesine Allah’ın yardımını açık açık görebiliyorsunuz.
Bir keresinde Kunar Cephesi’nde müchidler bir köye saldırmazdan önce, çok değişik kıyafetli iri yarı insanlar Rus tanklarına saldırmış 9 tankı imha etmiş ve Rus askerleri de elleri havada mücahidlere doğru gelerek teslim olmuşlar. Bunu bana bir cephe komutanı anlattı. Ve gözleriyle gördükleri o esrarengiz insanlar sonradan bir anda ortadan kayboluvermişler.
Mesela benim şahid olduğum bir olay var: Rus uçakları bulunduğumuz yeri devamlı bombaladılar ve fakat 250 metreden daha yakınımıza hiçbir bomba isabet etmedi. Sanki Allah etrafımızda çelikten bir set çekmişti.
Soru: Ortak cephelerden Ruslara karşı kazanılan zaferlerden de bir haber var mı?
Mücahidler Ramazan başına kadar 990 uçak ve helikopter düşürdüler. Tahrip ettikleri top, tank, askeri araç sayısı ise çok daha fazla. 20 Haziran 1987’ye doğru yaptıkları bir baskında 1000 Rus askeri, 132 tankı imha ettiler. 19 mevziyi de ele geçirdiler. Bu onların topluca kazandıkları en büyük başarılardan.
24 Mayıs 2 Temmuz arası 8 gün içerisinde 10 savaş uçağı ve helikopter düşürdüler. Ve bugünlerde Kabil, Başkof civarında yapılan bir çatışmada 500 Rus, -Afgan askeri mücahitler safına katıldı. Yine 17 Ağustos’da Ruslar pusuya düşürülerek, 700 Rus askeri öldürüldü. Pek çok zırhlı araç tahrip edildi.
Kısaca gün geçmiyor ki, mücahidler Ruslara bir darbe indirmesin. Onlar Allah için cihad ediyorlar, Allah’da onlara yardım ediyor. Bu kadar darbe yiyen Rus askeri köylerdeki kadınlara soruyormuş: “Bu mücahit dedikleriniz nasıl insanlar?” Onlar korkularından tahayyül ediyorlar ki, koca gövdeli, uzun sakallı, vücutlarına kolay kolay kurşun işlemeyen, ölümden korkmayan birileri mücahid denilen kişiler. İşte böyle kormuşlar.
Eylül ayının başına kadar Hikmetyar’ın da dediği gibi 1205 uçak ve helikopter düşürülmüş durumda. Sadece Ağustos’da doplam 205 uçak ve helikopter düşürüldü stinger füzeleriyle.
Soru: Hocam görebildiğiniz kadarıyla mücahidlerin zaruri ihtiyaçları sizce nelerdir?
Yemek ve içmede büyük sıkıntıları var. Mültecilerin ekonomik sıkıntıları var. Bütün diğer işler gibi gayretli çalışmalara rağmen eğitim ve öğretimde eksiklikler var. En önemli silah ve mühimmat açısından ihtiyaçları var. Hastahaneler ve cepheye acilen tedavi edecek tabipler ihtiyaçları var. Kısaca ne yapıp edip en kısa zamanda para, yiyecek, içecek, giyim, kuşam, ilaç vb. şeyleri bir yardım kampanyası açarak toplamak lazım.
Soru: Biz İslam Mecmuası olarak Türkiye’de Afgan mülteci ve mücahidlerine camilerden yardım toplamak için İçişleri Bakanlığı’na resmen müracaat ettik fakat her nedence müracaatımıza olumlu cevap vermediler. Bir yetkili, kendisine “niçin?” diye sorduğumuzda: “Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti olarak Afgan kardeşlerimizin yanında isek de diplomatik ilişkiler açısından Sovyetler Birliğini de darıltmamamız gerekiyor” diye cevap vremişti.
Ama onlar bize Kurtuluş Savaşı’nda ne kadar yardım etmişlerdi. Kadınlar altınlarını göndermişlerdi. (O paraların büyük bir kısmının Kurtuluş Savaşı yerine sormadan kurulan İş Bankası adına değerlendirildiğini düşünerek uzun bir sessizliğe gömüldük.)
Soru: Hocam son olarak cihadın geleceği üzerine düşüncelerinizi alsak?
-Afgan cihadı gerçekten bir destan. Görmeden anlamak ve anlatmak faydasız. Eğer bu cihad bir batılının, bir Yahudi’nin savaşı olsaydı günlerse, yıllarca dillerden, yayınlardan düşmezdi. Gel gör ki, cihad Müslümanların ve herkes sus-pus. Ne yapıp edip her gün, her yerde gündemde tutmalıyız Afgan cihadını. Namazlarımızda dua etmeliyiz. Başarıları için hususi namazlar kılmalıyız. Her zaman yazmalıyız ve her yerde anlatmalıyız. Çünkü cihad sadece Afgan meselesi değildir. Bütün Müslümanların meselesidir. Burhaneddin Rabbani bize şöyle demişti: “Bu gün evlerinde rahat uyuyanlar, yiyip-içebilenler, gezip eğlenebilenler Afgan cihadına neler borçlu olduklarını düşünmek zorundadırlar. Mücahidler bu ümmetin şerefini yeniden aziz kılmıştır.