PAKİSTAN
İran’daki günlerim tamam olduktan sonra uçakla Karaçi’ye hareket ettim. Uçağımız geç saatlerde Karaçi hava alanına indi. Büyük bir hava limanı. Yabancı uçaklar hepsi buraya inerdi. Oradan da başkent İslâmabad’a gittim. Üniversiteye gittim. Bazı öğrencilerle görüştüm, beni misafir ettiler. Daha sonra onlarla beraber Lahor’a gittim.
Mevdudi’nin medreselerine gittim. Çok taaccüp ettim. Medresedeki düzenleri, programları tam bir devlet tertibine benziyordu. Ayrı ayrı medreseler, ayrı ayrı hocalar, müderris, doktor, muhasip, misafirhane vb. her şey mükemmel düzenlenmişti. Güzel, fasih Arapça konuşuyorlardı. Âlim idiler. Orada benim ders vermemi teklif ettiler. Ben mazeret gösterdim. Bir gece orada kaldık. Buarada Çin’den gelmiş Müslüman öğrenciler de vardı. Onlara Çin’deki Müslümanların durumunu sordum. Müslümanlara devlet görevi verilmediğini söylediler. Beni getirenler ertesi gün öğrenciler İslamabad’a döndüler.
Rahmetli Mevdudi ile Medine’de görüşmüştüm. Ama memleketine gittiğimde kendisi hayatta değildi. Güzel bir miras bırakmıştı. Sadece Pakistan’da değil, Amerika’da da teşkilatları vardı. Mevdudi çok fazla âlim değildi ama gayretliydi. Daha önce de belirtmiştim. Hamidullah Hoca’yı ziyarette sormuştum:
-Masum değildir, demişti. Yani çok güzel hizmetleri oldu ama katılmadığı, yanlış bulduğu bazı görüşlerinin de olduğunu belirtmek istemişti. Bu da normaldir.
Lahorda o medreseden başka âlimlerin medreseleri de vardı. Hadis-i Sitte’yi okutuyorlardı. Sordum, iki senede hadisi sitte’leri (güvenilir altı hadis kitabı) bitiriyorlarmış. Bir hadis dersini veren öbürünü vermiyor. Meselâ: Müslim veren Buhari vermiyor. Birisi ders verip gidiyor. Öbürü gelip ders veriyordu.
20 kadar soru sıralamıştım. Oradaki ulemadan sordum. Beni Dar’ul-ifta’ya havale ettiler. Orada, “soruları yazılı olarak verin.” dediler. Yazdım, fakat muhtasar (kısa özet) olarak yazdım soruları. Bana dediler ki “sorular daha tafsilli” olsun. Ben de biraz daha tafsilli yazdım.
-Sorular bu gece yanımızda kalacak yarın cevaplarını veririz, dediler.
Ertesi gün gittim. Soruları cevaplandırdılar. Cevap veren kişi de 90 yaşlarında çok yaşlı bir kişi idi.
Cevapların bazılarını beğendim. Bazılarını da beğenmedim.
Burada Cemalettin Kaplan’a mektup gönderdim. Hümeyni’ye bir sünni’nin biat edemeyeceğini, davalarının Şiilik olduğunu belirten bir mektup gönderdim. Bu mektup, Almanya’daki İslam’i grupların dergilerinde yayınlanlandı.
DÜNYADA MÜSLÜMANLAR VAR MI HALA?
Bu tebliğ çalışmalarında bizler de ilginç şeyler duyuyor, yaşıyorduk. Ziyaretlerde birlikte olduğumuz, bir okul müdürü bir ara defterini açtı, şu notlarını okudu: “Merhum Mevlana İlyas hayatta iken bir cemaati Afrika’ya gönderiyor. Bir köyde kilisenin yanında ezan okuyorlar. Köy halkı toplanıyorlar.
-Bu okuduğunuz nedir? diye soruyorlar.
-Bu ezandır, Müslümanları bununla namaza çağırırız. Namaz vaktinin geldiği ilanıdır, diye cevap verirler.
Onlar da bu cevap üzere şaşırarak diyorlar ki:
-Dünyada İslam var mıdır?
-Elbette var, İslam çok yaygın, bizler de işte Müslümanız.
-Biz de daha evvelden Müslüman idik. İngiltere bizim topraklarımızı işgal ederken bize:
-Dünyada hiç Müslüman kalmadı. Hepsi Hıristiyan oldular. Siz de olun dediler. Biz de Hıristiyan olduk. Bu kilisemiz de daha önce cami idi. Şimdiki papazımız da daha önce imam idi, derler.
Bizim cemaat o ahaliye İslamiyet’i anlatır. Halk kendi aralarında istişare yaptıktan sonra hepsi birlikte Müslüman olup, kiliseyi tekrar camiye çevirdiler.
***
Yine Şeyh İlyas’ın Amerika’ya gönderdiği cemaat, gittikleri yerlerde Müslümanlara rastlamıyorlardı. Bunun üzerine bir yol bulurlar: Kapılarda yazılı isimlere, telefon rehberlerine bakarak İslamî olan isimleri tespit eder, onları bulup görüşmeye başlarlar. Bu kişilere; “siz Müslümansınız, İslam hakkında ne biliyorsunuz?” diye sorduklarında şu cevabı alırlardı çoğunlukla:
-Ana babalarımız bizim Müslüman olduğumuzu söylerdi. Yani aslımız Müslümandır. Fakat İslamiyet nasıl bir şeydir bilmiyoruz!…
***
Bazı guruplar da Rusya’ya gönderilir. (Adetleri gereği gittikleri yerde ezan okuyup namazı cemaatle kılarlar.) Rusya’da ezan okumalarına mani olunur.
-Ezan okumak devletimiz tarafından yasak edilmiştir, derlerdi.
Onlar da:
-Bizim devletimiz de ezan okumamızı emretmiş. Siz devletinizin emrini tutuyorsunuz. Biz de kendi devletimizin emrini tutuyoruz, demişler. Orada buldukları Müslümanlara İslamiyet’i anlatıp davet etmişler.
***
Benim on günüm tamam olunca merkeze döndük. Günde bazen yetmiş bazen seksen bazen de yüz cemaat (ekip) tebliğe gönderiliyordu. O kadar da görev yapıp dönenler de oluyordu. Bunları görünce adeta “asrı saadet” hatırıma geliyordu. Hepsi bir kumanda altında, tertipli, düzenli!..
Tebliğden dönen cemaatlerin emirine, kaç tebliğ cemaati çıkardığı, neler yaptığı sorulur, alınan cevaplar hoparlörle herkese ilan edilirdi.
Ben müsaade istedim. Maksadım Afganistan mücahitlerinin yanına gidip, cihada katılmaktı. Zaten evvel de Afganistan’a gideceğimi söylemiştim.
-Şu an gitsen de cepheye gidemezsin. Harp var. Âlimler bizimle, genelde dört ay kalırlar. Çünkü ana rahminde çocuğa dört ayda ruh giriyor. Bizimle dört ay kalmanı istirham ediyoruz.. O zamana kadar havalar ısınır, kar erir rahat gidebilirsiniz.” dediler.
Teklifleri makul olduğu için kabul ettim. Çantamı İslamabad’da üniversite öğrencilerinin yanında bırakmıştım. Onlara çantamı göndermeleri için haber gönderdim. Param da çantanın içinde idi. Cemaatı Tebliğ elemanları çantayı bana getirdiler. Çantamın içindekiler olduğu gibi duruyordu. Açılmamıştı bile…
OSMANLI’NIN MİRASI
Gitiğimiz yerlerde benim Türkiye’den geldiğimin öğrenilmesi, halkta büyük etki bırakıyordu. Sık sık yaşadığımız bir durum olurdu: tanımadığımız insanlar yanımıza gelir ve derlerdi ki:
-İçinizde Osmanlılar varmış, onlar kimlerdir?
Biz dokuz kişiydik. Nimetullah hoca da bizimle birlikteydi.
-Biziz, derdik.
-Falan kişi veya filan ağa sizi yemeğe davet ediyor. Akşam yemeğini onda yiyeceksiniz, derlerdi.
Bangladeş, daha yeni Hindistan’dan ayrılmış, maddi durumlarını fakirce olmakla beraber, halk, misafirlere on beş çeşit kadar yemekler hazırlıyorlardı. Osmanlıları methu sena ediyorlardı.
-Buradaki Türkiye konsolosluğu bize vize vermiyor. Verilen vizeler de üç dört günlük oluyor Türkiye’ye gidemiyoruz! diye serzenişte bulunuyorlardı. Biz pek çok sorulara muhatap oluyorduk.
Bangladeş, Pakistan’dan yeni ayrılmıştı. Fakirdi. Nüfus 100 milyon civarında, toprakları ise Türkiye’nin dörtte biri kadar ancak vardı. Memleketleri yeşillik, çoğunlukla evler bahçe içinde idi. Birçoklarının evi, yazlık ev gibiydi. Kışlık evler de kamıştan yapılıyor. Fakat pirinci çok severlerdi. Pirinçsiz yemekleri yoktu. Her tarafta pirinç ekiyorlardı. Hatta köylerin içlerine kadar pirinç ekmişlerdi. Pirinç çok olduğundan her tarafta sivrisinek vardı. Sivri sinekleri çoktu. Camileri de kamıştandı. Taksi yoktu. Bisikletleri arabaya dönüştürmüşlerdi.
Bazı yerde dükkân, yazıhane, cami vb. mekânlar kamıştandı. Çok hafız yetiştiriyorlardı. Hafızlığa çok önem veriyorlardı. Her camide 30-40 hafızlığa çalışıyorlardı. Camilerde hasır veya çimento üzerinde hafızlığa çalışıyorlardı. Çok yerlere onları ziyaret etmeye gittik. Çocuklar beton üzerinde diz çökmüş hıfza çalışıyorlardı. Bir sergi yoktu. Hasır sergi bile. Âlimleri de çoktu, okuyanlar da çoktu. İlme çok hevesleri vardı.
Oradakiler, “Osmanlılar gelmişler” diye çok sevinç gösteriyorlardı. Hatta ayakkabılarımızı öpüyorlardı. Bunlar Osmanlıdır diye!.. Memleketlerinde en makbul meyve olan Hindistan cevizi ikram ediyorlardı. Bir kısmının suyu içilirdi, Suyu bir süre kalınca süt gibi olur, daha sonra peynir gibi olurdu. Bunlar karpuz kadar büyük olmasına rağmen düşmezdi. Ancak bıçakla kesililyordu. Ağaçları da çok yüksekti. Kolay kolay herkes bu ağaçlara çıkamıyordu.
Kırk gün tamam olunca İstanbullu arkadaşlar döndüler. Ben onlardan sonra 20 gün daha kaldım. Böylece iki ay kalmış oldum orada. Daha önce de iki ayım geçmişti. Toplam dört ayım tamamlandığı için artık serbest idim. Bir müddet sonra bizi bir adaya gönderdiler. Osmanlıyı çok seviyorlardı. Bunlar Osmanlı diye hürmet ediyorlardı. Bazen bize Kemal’den sorarlardı. Bazıları iyi, bazıları da kötü diyorlardı. Nihayet ben de onlarla dört ay gezmiş oldum. Dört ayı tercih etmelerinin nedeni, ana karnındaki cenin dört ayda kemale ermektedir diyorlardı.
HİNDİSTAN
Ekibimizdeki Mısırlılarla beraber Hindistan’a gitmek istedim. Fakat günlerce uğraşmamıza rağmen vize alamadık. Bilahare bana vize verdiler. “Bir aktarma var ondan sonra Delhi şehrine gidersiniz.” dediler.
Gece saatlerinde bir şehirde indik. Ahalisi Arapça bilmiyorlardı. Ben de onların lisanını bilmiyordum. Nereden nasıl aktarma olacak? Nasıl bir muamele lazım konuşup anlaşamadım!.. Ne yapacağım konusunda hayretler içinde kaldım. Zaman da tehlikeli idi. Müslümanları öldürüyorlardı. Müslümanlar Hindistan’dan ayrıldıklarından dolayı hala kızgınlıkları devam ediyordu. Düşmanlık vardı aralarında.
Bir genç bana işaret etti “gel gideceğin yeri göstereyim” dedi. Pasaportumu elimden aldı. Beraber yürüyoruz. Bu Müslüman mı? Mecusi mi? Hindu mu? diye tereddütte idim.
Kaç yere girdi çıktı. Daha sonra “burada bekle ben gelirim” deyip benden ayrıldı. Bir müddet sonra çıktı geldi. Beni uçağa bindirmeye gelmiş. Cebimden çıkarıp bir kaç dolar kendisine verdim. Işıkta dolara baktı. Memnun oldu. Uçağa bindim bir ile bir buçuk saat sonra uçak indi.
Ben uçaktan inince, Merkez Camiini sordum. Bu arada bazı eşyalarım geldi, fakat bavulum gelmedi. İşaretle anlatmaya çalıştım, herkes hayret ediyordu! Sonra birisi elimdeki bilete baktı;
-Sen burada inmeyeceksin. Delhi’ye gideceksin, dedi.
-Burası Delhi değil mi?
-Hayır, değil.
Acele acele döndüm. Daha uçak kalkmamıştı bindim. Bir müddet sonra Delhi’de indim. Evvelki indiğim şehirde, Merkez Camisini kendisinden sorduğum kişi burada da indi. Tesettürlü iki bayan vardı yanında. Tekrar sordum Merkez Camisini. Arapça biliyordu. Konuştuk. O da Rabıta görevlisi bir âlimdi. Müderristi. Kendi işini bıraktı benimle meşgul oldu. Dedi ki:
-Burada insanı götürüp öldürüyorlar. Onun için güvence olarak resmi arabaya binmek en güvenilir yoldur.
Bunu söyledikten sonra polisten bir bilet aldı. Bana dedi ki:
-Taksiye bin fakat bu kağıdı şoföre hemen verme. Gideceğin yerde inince verirsin. Şoför, senden aldığı bileti polise göstererek kendi parasını alır, dedi.
Ben bu âlim zata bilet parasını vermek istedim. “Ben verdim” dedi. Arabaya bindim Merkez Camisine gittim. Saat altı civarında idi. Bileti şoföre verdim, para istedi. Ben de işaretle, “soföre para verme, o gidip polisten alacak” dedim. O sırada Cemaatı Tebliğ’den beni tanıyanlar geldiler. Onlarla kucaklaştık. Şoför durumu görünce savuştu gitti.
Hindistan’da vize uzatmak için çeşitli yerlere başvurduk. Bir türlü muvaffak olamadık. Bilahare fazla kalamadan, Hindistan’dan Pakistan’a gittim.
PAKİSTAN’A DÖNÜŞ
Pakistan’ın Lahor şehrinde indim. Akşam vakti idi. Bir camiye gidip namaz kıldım. İmama dedim ki:
-Tutacağım taksi pazarlığını sen yap. Beni kandırıyorlar!
İmam bir taksi tuttu, verdiğim parayı imam efendi, şoföre verdi. Ben taksiye bindim otobüs terminaline gittim. İnince şoför benden ikinci kez para istedi. Ona dedim ki:
-Sana caminin imamı parayı ödedi.
Biraz münakaşa ettik. Şoför benim kararlı olduğumu görünce vazgeçmenin doğru olacağını düşündü ki çekip gitti.
Cemaatı Tebliğ’in merkezine gittim. Kendilerinden, geri dönmek için müsaade istedim. Dediler ki:
-On beş günlük, önemli şahsiyetlerin katılacağı bir toplantı var. Seni emir olarak oraya göndermek istiyoruz. Ben tabi reddedemedim.
Beni emir ettikleri gurubun bazısı Mekkeli, bazısı da Mısırlı idiler. Kendi kendime şöyle düşündüm: “Ben bunlara nasıl emirlik yaparım? Beni nasıl dinlerler?…
Fakat Lahor’a vardığımızda baktım ki çok itaatkâr insanlarmış. O kadar ki tuvalete gidecekleri zaman bile benden izin isterlerdi. Kendilerine, “tuvalete gitmek için izin almanız icap etmez” dedim. Fakat onlar diyorlardı ki, “Belki o zaman bizi ararsın. Bizi hazır bulmazsan bu defa kalbin kırılır.” Ne büyük bir incelik ve nezaket örneği.
Orada bizi duyan, tanıyan bazı Türk şoförler ziyaretimize geldiler. Bu da ayrı bir güzellik oluyordu. Yerli halktan insanlar da zaten sık sık gelip sorular sorarlardı. Allah hepsinden razı olsun.
BİR ÂLİMİ ZİYARET
Bir gün yanımıza bir okul müdürü ile emekli bir binbaşı geldiler. Soru-cevaplarla meşgul iken bir ara binbaşı, kendi hocasının âlim fazıl (faziletli) ama yatalak hasta olduğundan bahsetti. “Öyle ise ziyaret edelim” dedim.
Binbaşı, okul müdürü ve ben binbaşının arabasına binip ziyaretine gittik. Biz avlunun kapısında iken, müdür koşarak gidip “Türkiye’den bir âlim ziyaretine geliyor” diye kendisine haber verdi. Bir de baktım kendisi kapıya kadar gelip bizi karşıladı.
Osmanlılardan bahsetti. Burada yol bahanesiyle bir camiyi yıkmak istediler. Buradakiler durumu Osmanlı devletine haber verdiler. Sultan Abdulhalit, caminin yıkılmasını savaş sebebi sayacağını belirtince camiyi yıkmadılar. Onlar Osmanlıyı anlattılar ağladılar, biz de ağladık.
-Gözümüz tekrar ordadır. Türkiye Asya’nın kapısıdır, dedi.
Methu senalar etti. Gözlerimiz yaşardı. Bir huzur hissettik. O âlim de:
-İnanın sizleri gördükten sonra bende hiç hastalık kalmadı. Şimdi Allah’a şükür sapasağlamım, diyordu.
Konuşmalarından sezdim ki hastalığı daha çok Müslümanların haline üzülmektenmiş!.. Müslümanların kendi aralarındaki kavgaları, birbirini sevmemeleri karşısında üzülüyormuş. Türkiye’den bir âlimin geldiğini işitince; “demek ki daha Müslümanlar arasında sevgi, muhabbet var” diye sevinip tüm dertlerini unuttu.
Burada da günlerimizi tamamlayınca merkezle vedalaştım, İslamabad’a gittim. Çünkü uçak biletim İslamabad-Peşaver olarak alınmıştı. Bir taksiye binip hava alanına gittim. Yine şoför benden çok para aldı. Uçak bileti kadar para aldı. Yabancıları çok aldatıyorlardı. Bu da Müslümanlar adına çok utanç verici bir durumdu. Onun için Cemaatı Tebliğ mensupları bize:
-Siz alış veriş yapmayın. Biz yapalım. Sizi aldatırlar” diyorlardı.
Peşaver’de uçaktan indim. Beni karşılamaya iki taksi ile gelmişlerdi. Demek ki İslamabad’tan iki yerden bunlara telefon edilmişti. Çünkü gelenlerin birbirinden haberleri yoktu. Durumu görünce hayret içinde kaldılar. Her iki taraf da; “Bize telefon geldi” diyor, beni götürmek istiyordu. Ben olayı şöyle çözdüm:
-Arkadaşlarımızın size telefon etmelerinden maksat rehber olmanız içindir. Benim niyetim buradan mücahidlerin yanına gitmek. Tebliğ Cemaatiyle zaten dört aydır beraberim. Dolayısıyla mücahid gurupla gitmem daha muvafık olur.
Gelen ekipten Cemaatı Tebliğ mensubu olanlar, bana hak verdiler ve ben de Afgan mücahitleri heyeti ile gittim.