29 Zilhicce/23 Ağustos 1987 günü saat 17.15’de Cidde şehrinden hareket ederek, bir saat yirmi dakika sonra Kahire Havaalanına indim. Bekir Öztekin, Recep Akkemik ve Mehmet Akkuş Beyler beni karşıladılar. Oradan Bekir Hoca’nın evine gittik. Akşam Kahire’de bulunan bazı kardeşlerimizle tanışıp, konuştuktan sonra istirahata çekildik.
Pakistan’da Cemaati Tebliğ ile birlikte olduğumuz doktorları ziyaret ettim. Baktım ki Pakistan’da oldukları gibi değiller, korku içindeler. Ben de bunun üzerine onları fazla zor durumda bırakmamak için uğramadım artık yanlarına.
İlk olarak Kahire’de bulunan mezhep imamlarından (Radiyallahu Anhum Ecmein) İmam-ı Şafi ile aynı yerde bulunan Zekeriya el-Ensari Hazretlerini ve yine aynı yerde bulunan Selahaddin-i Eyyubi’nin kardeşi ve annesinin kabirlerini ziyaret ettik.
İmamı Şafi Hazretlerinin bulunduğu camiye kendi adını vermişler. Bu ziyareti müteakiben de Ezher Camiine giderek öğle namazını orada ifa ettikten sonra, avluda bulunan ve çok kıymetli kitapların, yazma eserlerin yer aldığı kütüphaneye gittik.
Ezher Üniversitesinin değişik fakültelerinde okuyan Türk talebelerinin ikamet ettiği “Revakül Etrak” denilen talebe yurdunda bir müddet sohbet ettikten sonra, Seyyidina Hüseyin Camiini ve aynı mescidin dâhilinde Hazreti Hüseyin’in mübarek başının bulunduğu rivayet olunan makamı da ziyaret ettik.
ŞEYHUL EZHERİ ZİYARET
Şeyhul Ezheri ziyaret ettik. Ondan Darulharb, Darulislamı sorduk. Fakat bu soruyu geçiştirmeye çalıştı. Darulharb, darulislam yoktur. Darulharb ancak Yahudilerdir dedi. Ben;
-Nasıl olur? Şu mezhebin kitabı ve alimler şöyle demişlerdir, diyerek mezheplerin bu konuyla ilgili bilgileri kendisine hatırlattım.
-Alimler söylemiştir, sanki Allah mı söylemiş? Diye saygısız bir cümle kullandı.
Baktım ki konuyla ilgili hiçbir bilgiden haberdar olmadığı gibi geçmiş alimlere karşı da lakayıt bir tutum içinde. Ayrılırken bana bir kitabını hediye etti.
Benim herkese sorduğum iki soru vardı. Fakat bu soruya ilmi ve tatminkar cevap alamadım. Bazen alimlerin evine gidiyordum. Yaşlı insanlardı. Yerlerinden zor kalkıyorlardı. Fakat sakalları yoktu. Alimlere benzemiyorlardı. Oradaki alimlerin bu durumu hoşuma gitmedi. Benim bu sorularıma Şaravi cevap verebilir dediler. Fakat o da hastaydı. Londra’ya gitmişti. Geldiğinde yanına gittik. Evini iki asker koruyordu. Bazı Kuran ayetlerinin tefsirini kendisinden sordum. İkna edici bir cevap alamadım. Siyasetle ilgili olduğu için, onu iki jandarma koruyordu. Herkesi ziyaretçi kabul etmiyordu. Fakat verdiği cevabı beğenmedim. Bana bir kitap hediye etti.
Muhammed Mütevellli Şar’avi(1911-1998); Mısır’ın son devir âlimlerinden merhum Şar’avi müfessir ve vaiz idi. Halkın seviyesine inmeyi başarabilmiş nadir şahsiyetlerden rahmetli Şar’avi`nin Kuran tefsiri, iftar öncesinde televizyon kanallarının vazgeçilmez programıdır. Samimi ve ihlâslı bir zat idi. 1998 senesinde dar-ı bekaya irtihal etti.ihe
EZHER CAMİ İMAMI’NIN EVİNDE
O akşam Ezher Cami İmam ve Hatibi, Maliki mezhebine mensup çok değerli bir âlim olan Şeyh İsmail el-Adevi’nin mutad olduğu veçhile evindeki yatsı namazı sonrası fıkıh dersine katıldık. Bu zatın üç katlı geniş bir evi vardı. Bu evin alt katı mescid şeklinde ve büyük bir cemaati kapsayacak planda, modern seslendirme cihazlarıyla donatılmıştı. İkinci kat hanımlara tahsis edilmiş, üçüncü katta ise kendisi ikamet ediyordu.
Derslerini büyük bir gençlik kesiminin izlediğini memnuniyetle müşahede ettik. Ancak o gün hicri yılbaşı olması sebebiyle İmam, fıkıh dersi yerine hicret ile ilgili uzun bir konuşma yaptı. Amelsiz İslam olmayacağını, ihlâslı olmak gerektiğini, dünyada pek çok medeniyetlerin gelip geçtiğini ve bunların birçoğunun insanlığa pek bir şey getirmediğini, Müslümanların yaptığı keşif ve yeniliklerin insanlığı bu dünyada saadete, Ahiret’te ise cennet’e götürmek gayesini taşıdığını söyledi.
Ezher İmamının konuşmasında yer verdiği şu ifadeler de çok önemliydi: “Müslümanların dışındaki insanların getirdiği medeniyetler, keşifler ve modern teknoloji insanlığı yok etme, helak etme gayesini taşımaktadır. İnsanların sadece ene’sine (benliğine) hizmet ederek “ene,ene,ene-ben,ben,ben” dediklerini bilmekteyiz. Firavunların yüz binlerce insana zülüm ederek, hiç kimseye faydası olmayan, medeniyet adına yaptıkları “Ehram-Piramitleri” zikredebiliriz. Hâlbuki İslam ve medeniyeti ene’yi reddediyor. İslam’da ben’lik yok, biz vardır.”
Bu konuşmadan sonra dinleyicilerin sorularına geçildi. Birisi sordu:
-Mısır’da İslami hükümler uygulanıyor mu? Soruya şu cevabı verdi:
-Arife tarif gerekmez, sen bilmiyor musun? Sonra da devam etti:
-Kital, zina, hırsızlık ve buna benzer ciddi ve temel uygulamanın olmadığını ancak bazı cüz-i konularda, ahvali şahsiye gibi konularda uygulandığını herkes bilmektedir.
Abdulmuzz Abdussettar’ı Ziyaret “OSMANLILAR VE SÖMÜRGECİLİK”
Ertesi gün öğle namazını “Medinetün Nasr” denilen mahalledeki Dava Mescidi’nde kıldıktan sonra bu çevrenin sayılı âlimlerinden Abdulmuiz Abdussettar’ı ziyaret ettik. Bu zat Ezher’in eski hocalarından olup yetmiş yaşlarında idi ve o anda Katar Üniversitesi’nde müsteşardı. Osmanlıları çok seven, Türklerin yıllarca İslam’a bayraktarlık yaptığına gönülden inanan biriydi. Bize özetle şunları anlattı:
-“Türkler asla sömürgeci olmamıştır. İslam âlemine asırlarca önderlik yapmış, Müslümanlara hizmet etmiştir. Ancak İslam düşmanları; “sen Türksün, sen Arapsın, sen busun, sen şusun” diye İslam âlemini parçaladılar, bunun neticesinde bugün Müslümanların başsız tavuk gibi çırpınmaktadırlar.
Yahudiler, Sultan Abdülhamit Han’dan Filistin topraklarını istediler, fakat o, “bu topraklar şehid kanlarıyla alınmıştır ve parayla satılamaz” demiştir. Bu yüzden de kendisine (halife’ye) “Kızıl Sultan” lakabı takılmış olup bunu da başta Türkiye’deki Müslüman neslin çocukları olmak üzere, tüm Müslümanlara, Siyonistler aşılamaktadır.
Yeni nesil Müslümanlar mutlaka gerçek tarihini öğrenerek, dostunu düşmanını iyice tanıyıp, mukaddes değerlerine sahip çıkacak, yeniden bir araya gelerek, İslam’ın bayraktarlığını yapacaktır.
Osmanlılar hiçbir zaman sömürgeci olmamışlardır. Asırlar boyu İslam için kanlarını akıtmışlardır. Hatta Katar’daki ilk, orta ve lise kitaplarında Osmanlıların sömürgeci oldukları genç nesle anlatılıyordu. Allah’ın izni ve yardımı ile bu yanlış ifadeleri tamamen ders kitaplarından çıkarttık. Oradaki yetkililere, Osmanlıların da insan olduğunu, herkes gibi hatalarının olduğunu ama asla emperyalist olmadıklarını özellikle belirttim.
Ben çok yerler gezdim, Türklerin özellikle Avrupa’da cemiyetler kurarak İslam’a hizmet ettiklerini gördüm ve çok çok sevindim.”
Bu minvaldeki konuşmasından sonra bizleri ısrarla yemeğe alıkoydu. “Peynir ekmek yeriz” dedi. Sofra meydana geldikten sonra birçok çeşit vardı ama peynir yoktu. Hemen takıldım:
-Üstad bizi peynirsiz bıraktınız…
Hep beraber gülüştük.
Buradaki alimler Osmanlı’dan övgüyle bahsediyorlardı. Biz Osmanlı konusunda yanıldık diyorlardı.
ŞEYH ABDULMÜHEYMİN
Aynı gün yine o bölgenin âlimlerinden Ezher’in emekli hocalarından Abdülmüheymin adlı âlimi ziyaret ettik, Hüseyni Ebu Ferha’yla görüştük. O da sohbetin sonuna doğru, “yiğit düştüğü yerden kalkar” sözünü hatırlatarak, bizden farklı beklentiler içinde olduğunu ifade ettiler.
Yaşı yetmişi aşkın, aksakallı, bölgenin büyük âlimlerinden kabul edilen bir zat olan Abdülmüheymin ile İslam âleminin durumu, Müslümanların geleceği, tarihi meseleler, Türkiye ve İstanbul üzerine konuştuk.
Ben, İstanbul’da Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrini ehl-i keşf olan Akşemseddin buldu deyince;
-Ehl-i keşf’den muradınız nedir? diye sordu.
-İslam’a ve esaslarına uygun düşen ve bir de ters düşen olmak üzere iki tür keşif vardır. Buradaki keşifden murad, Cenab-ı Allah’ın izni, lutfu ve inayetiyle bazı karanlık noktaların, bilinmeyen hususların evliyaullaha bildirilmesidir, dedim.
Yine sohbet esnasında, ben İmamı Şafi’nin kabrini ziyaret ettiğimizi, Zekeriya el-Ensari’nin kabrinin, ayakucunda olduğunu söyleyince şunu söyledi:
-Sanki hocası Şafi’nin vefatından sonra bile hürmetini devam ettiriyor. Ben onun hizmetkârıyım der gibi duruyor.
Şeyh Efendi’nin değindiği bazı konular özetle şöyleydi:
-Ne zaman ki kavmiyetçi, Türkçü, Arapçı olduk, zayıfladık ve yıkım geldi. Bugün Müslümanlar ve insanlık, güzel örnek olacak salih âlimlere muhtaçtır. İlim amelsiz olunca, bu ilim sahibi büyük bir hastalığa sahiptir, demektir. Âlim, talebelerine daima ameli, ihlâsı ve takvayı tavsiye etmelidir. Çünkü hepimiz buna muhtacız. Tasavvuf şeriatın özüdür. Bunu ancak gerçek âlim olanlar tavsiye eder. Kâbe’ye bakmak, âlimin yüzüne bakmak, anne babaya bakmak ibadettir. Allah bunlara hep sevap verir.
Şeyh Abdulmüheymin, sözlerini bize bir duayla bitirdi:
-Allah sizlere, vefatınızdan sonra devamlı sevap kazanacağınız bir tesir ve eser nasip eylesin.
Âmin, ecmein…
EZHER’DE DOKTORA VE ÖĞRENCİLER
Tebliğ Cemaati’nın Mısır merkezi sayılabilen Hüda Mescidini ziyaret ettikten sonra Ezher’de bir doktora müzakeresine katıldık.
Doktorasına hazırlanan öğrenci ile hocalar arasında güzel ilmi değerlendirmeler oluyordu. Bu olay sadece bir iki hoca ile talebe arasında gizli olarak değil de, bir nevi herkese açık bir şekilde yapılıyordu. Hatta resim çekenler, alkışlayanlar bile oluyordu.
Fakat, bir ilim meclisinde alkışlama işi bizim pek hoşumuza gitmedi. Zaten Ezher Şeyhi Vekili Abdurrauf Çelebi de duruma el koyarak resim çekilmemesini, alkışlanmamasını özellikle belirtti. Bundan sonra müzakere daha ilmi, oturaklı bir şekilde geçti.
Ezher Camiini ziyaret ettik.
O gün öğle namazından sonra Ezher Camiinde oturduk. Çeşitli memleketlerden gelen öğrencilerle sohbet edip, sorularını cevaplandırdık. Öğle namazından çıktıktan sonra bazı gençlerle mülakatımız oldu. Camiden çıkarken birisi yanımıza gelip kartını verdi, milletvekili olduğunu, dilediğimiz saatte kendisini ziyaret edebileceğimizi ifade etti, ısrarla evine davet etti. Ben de bazı özürler gösteriyordum. Bana telefonunu verdi. “Ne zaman müsait olursan o zaman haber ver, gelir seni alırım” dedi. Bana o zatın milletvekili olduğunu söylediler.Biz de teşekkür ettik. Telefonunu aldım, fakat davetine icabet için müsait bir zaman bulamadım.
Ben orada bir hafta kalmak üzere bileti ayarlamıştım. Fakat razı olmadılar. Gittiler, biletin müddetini uzattılar. Lecnet’ül-ulema (ulema cemiyeti)’nin ziyaretine gittim. Bu cemiyet on bir kişiden müteşekkil bir heyeti idi. Benimle sadece başkanları muhatap oldu. Bazı soruları sordum. Fakat ilmi bir cevap alamadım. Ezher’de yapılan konferansların özetinden ibaret büyük bir kitap bastırmışlardı. Bundan bir tane bana hediye ettiler.
AMR B. AS CAMİİ
Amr b. As camiine bir öğle vakti gittik. Oğlu Abdullah’ın kabri de caminin bir yanındaydı. Orada bulunan bir kitabenin ifadesine göre Amr İbni As’ın kabrinin, M. Ali Paşa Camisinin yukarısında bulunan “mukattam” denilen dağlarda olduğunu ancak yerinin kesin olarak nerede olduğunun bilinmediği yazılıydı.
Oradan Firavun aleyilla’nenin ehramlarına gittik. Firavunların yüz binlerce insana zülüm ederek yaptıkları, hiçbir insana fayda sağlamayan, kendilerine de yarar getirmeyen bu piramitler, bizi ancak üzdü. Ve zulmün mantığının olmayacağını bir kez daha anladık.
Şeyh Abülhaziz İsa ile
Şeyh Abdülaziz İsa ile özellikle fıkhî meseleleri mütalaa ettik, fikir teatisinde bulunduk. Kendisine sigorta hakkındaki kanaatlerini sorunca şu cevabı verdi:
-Bugünkü faize ve harama bulaşmış sigortalar caiz değildir. Ancak Müslümanlar bir araya gelerek karşılıklı rızaya dayanan, faiz ve harama bulaşmayan, bir musibet anında teavün (yardımlaşma, dayanışma) için kurulan sandıkların mahzurlu olmadığı kanaatindeyim.
Biraz daha sohbet ettikten sonra ayrıldık. Oradan Cemal Abdunnasır Camiine geçtik. Hareketli, zikzaklı ve Müslümanları çokça üzen bir politika izleyen Nasır’ın da mezarına uğradık. Seyyide Nefise’nin makamını da ziyaret ederek, o günkü programımızı noktaladık.
TEVFİK YAHYA İSLAM İLE…
Bu zat da 70’in üzerinde ama çok dinçti. Türkiye’de, uzun müddet Gazi Ayintap’ta kaldığımızı söyleyince;
-Ayıntab güzel bir isim, dedi ve ekledi: Bunun aslı “aynu tabe: bizzat kendisi, özü tevbe etti” demektir. Ben Türkiye’den bazı âlimlerle, mesela Konyalı Mehmed Vehbi, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Zahid el-Kevseri ile tanışıp görüşmüştüm. Allah cümlesine rahmet eylesin.
-Üstadım, eski Ezher ile yeni Ezher’in bir karşılaştırmasını yapar mısınız? Diye sorunca şu karşılığı verdi:
-Çok fark var. Önceki Ezher uleması ile şimdiki arasında çok fark var. Toplum üzerinde etkili olma, ilmi kariyer, önderlik etme gibi noktalarda şu an Ezher çok zayıf. Tabi bu öğrencilere de yansıyor. Mısır Valilerinden birisi, zamanında, Ezher ulemasından birinin meclisine katılır. Hoca efendi çok yorulduğundan ayaklarını uzatır. O esnada vali gelir ama hiç kıpırdamaz. Bu durum valiye ağır gelir. Adamlarından birini gönderir, âlimi ayağına çağırır. Âlim gelen elçiye der ki:
-Efendine söyle kimseye elini uzatmayan, ayağını rahatlıkla uzatabilir!…
Bakın bir olay daha anlatayım: Yine bir vali, âlimleri ve halkın ileri gelenlerini saraya çağırır. Sofra kurulur, her şey tamamdır. Bir eksik yoktur. Herkes iştahla yemeğe yönelirken, bir âlim, mendilindeki mütevazı ekmeğini çıkarır ve yemeğe başlar. Görenler şaşırır ve sorarlar:
-Hocam niçin buradaki yemekleri yemiyorsunuz?
Âlim tam bir açıklıkla cevap verir:
-Valinin yemeğinde muhakkak bir haram şüphesi vardır ama benim bu kuru ekmeğimde hiç yoktur.
Bu sözüyle âlimin, ilim ehlinin ve hatta takva ehli her müminin şüphelerden kaçması gerektiğini bize öğretmiş olur. Ben bugünün Müslümanlarına düşen görevleri sorunca şu cevabı verdi:
-Bakın size şu ayeti hatırlatayım. “Önce benim emrime tabi olsunlar, bana iman etsinler. Umulur ki (bunun neticesi) doğru yola ulaşırlar.” Bakınız Cenab-ı Allah önce imanımızın gereğini yapmamızı emrediyor. Bunun Hak yol olduğunu bildiriyor. Sonra biz müslümanlar güzel örnek olalım.
Selahaddin’i Eyyubi vefat ettiği zaman, geride birkaç dirhemden başka miras bırakmadı. Günümüz İslami Hareket bağlıları, ileri gelenleri, ilim, adalet, tebliğ, edep, takva mirası bırakmaya daha çok gayret etmeliler.
İslam davetçileri sünnete güçleri yettiği kadar tabi olmalıdır. Mesela, “üç kişi yola çıkarsa, içlerinden biri emir olsun” hadisi unutulmamalıdır. Başkan olan kişi nimetleri kardeşlerine, külfeti kendisine ayırmalıdır. Emir veya başkan demek, kardeşinin rahatı için kendi rahatını terk eden kişi demektir.
İLİM TAHSİLİ
Güler yüzlü, candan olan bu ilim adamından, ilimle ilgili açıklamalarını dinliyoruz:
-“İlim öğrenmek, kadın erkek her müslümana farzdır” hadisini biliyoruz. Ama buradaki ilimden maksat sadece dini ilimler midir acaba? Elbette hayır. İslam toplumunun muhtaç olduğu şey, dünya ve ahirette faydalı olacak her türlü ilim farzdır. Eğer Müslümanlar kâfire muhtaç iseler, zillet de peşi sıra geliyor demektir.
Tıp’ta, kimyada, harp sanayinde, her dalda kâfirlerden üstün olmak üzerimize farzdır. Bakınız, Yunanlı bir doktor; “Cehennemde kafirlerin derileri piştikçe yerine yenisini koyar, değiştiririz” ayetini okuyor ve şunu söylüyor:
-Muhammed’in bunu kendinden demesi mümkün değil. Çünkü en çok acıyı duyan bölgenin deri olduğunu bilim yeni kesinleştirdi. İşte Allah’ın ayeti tıp ilmi sayesinde daha iyi anlaşılıyor. Bunu bizim bulmamız gerekmez miydi?
Peygamber (as)’imiz; “Allah kimin için hayır dilerse, onu dinde fakih kılar” buyuruyor. Âlim kılar demiyor, fakih kılar diyor. Yani, derin anlayışlı, geniş görüşlü ilim ehli… İlmin yarısı “bilmiyorum” demektir. İmam Malik, kendisine sorulan otuz altı soruya “bilmiyorum” dedi, sadece dört soruya cevap verdi.
Resulullah (asm) da Cebrail’e sorardı, bazen o da “bilmiyorum” derdi. Rabbimizden öğrenir öyle cevap verirdi. Ama maalesef insanların çoğu günümüzde, bilsin bilmesin ahkâm kesmektedir. Özellikle de dini konularda…
Bu anlamlı ve güzel sohbetten sonra ayrılmadan önce, Mısır eski müftülerinden Hasaneyn Mahluf’u da andık. Onun hasta olduğunu, yaşlandığını ama zihninin çok kıvrak, zeki ve hafızasının hala canlı olduğunu söyledi.
Tevfik Yahya, kendisiyle ilk tanıştığında adını sorduğunu, aradan yıllar geçtikten sonra görüştüğünde yine adıyla hitap ettiğini söyledi. Sonra şunu ekledi:
-İlim Allah için olursa, yaşlılıkta bile insan zeki ve hafızası sağlam kalıyor.
Ayrılırken, bize öğrendiği Türkçe bir beyit okudu:
Yağmur yağar kaş üstüne
Ne gelirse baş üstüne
Bizim arkadaşlardan biri de, Aziz Mahmud Hudai’ye ait bir dörtlükle devam etti:
Hoşdur bana senden gelen
Ya gonca gül, yahud diken.
Ya hil’atu yahut kefen,
Lutfun da hoş kahrın da hoş…
ŞEYH BATAVİ’NİN EVİNDE
Şeyh İbrahim Battavi, 1924 doğumludur. Ezher’den mezun olmuştur. İslami psikoloji alanında çalışmıştır. En çok, İmam Gazali’nin İhya’sından etkilenmiştir. 2009’da vefat etmiştir.ihe
Şeyh İbrahim Batavi; Ezher’in eski hocalarından, “Darul İnsan” denilen bir kütüphanenin müdürü, kurucusu ve aynı zamanda bir tarikat şeyhi.
Biz kendisinin akşam sohbetine katıldık. Hoca efendi mutad olan zikirlerinin sonunda, değişik memleketlerden zevatın, öğrencilerin bulunduğu bu cemaate ihlâstan ve Muharrem’in faziletinden, çeşitli konulardan bahseden bir konuşma yaptı. Bizden de konuşmamızı istediler. Biz de iman’a, itikada, sabır ve hakkı tavsiyeye dair bir konuşma yaptık.
Sonra Arap Eğitim Kültür ve İlim Derneği Müsteşarı Hüsni Ahmed Abdurrahim bizi bu kuruluşa davet ederek, çeşitli konularda bilgi verdiler. Kuruluşun amacının, bölünüp parçalanmış olan Arap âleminin yeniden birleşmesi için çeşitli konularda gayret sarf edip bütünleşmek olduğunu söylediler.
Samimi, içten geçen bir gece yaşamış olduk böylece…
Bir Göz Doktorunu Ziyaret
Başka bir şehirde oturan büyük bir doktor da o gün sohbette vardı. O da şeyhin müritlerindendi. Londra’da doktorlar cemiyetinde de üye idi. Beni kendisinin ikamet ettiği şehre davet etti. Kız Kur’an kursu müdürlüğünü de yaptığını, kurslarının olduğunu söyledi. Telefonunu bana verdi. Benim de telefonumu aldı. Bana: “Şehrimize geleceğiniz zamanı ve kaç kişi ile geleceğinizi bildirin. Size ona göre vasıta göndereyim” dedi. Müsait bir zamanda telefon ettik. On beş kişi kadar kadın-erkek geleceğimizi, bize bir minibüs göndermesini söyledik. Gönderdi, gittik. Bize: “Ben de, hanımım da göz doktoruyuz. Muayene olmak isteyenleri edelim” dedi. Ücretsiz olduğu için herkes muayene oldu. Erkekleri kendisi, kadınları hanımı muayene etti. İlim ve ilme teşvik konusunda benden bir konuşma (sohbet) istediler. Kabul ettim. Konuşmayı yaptım. Yemeklerden, ikramlardan sonra, gece tekrar Kahire’ye döndük.
İBRAHİM BATAVİ TEKKESİNDE
Aşura günü iftar için bir tekkeye davet edildik. Dr. İbrahim Batavi, bu tekkenin şeyhi ve aynı zamanda Ezher’de üstad. Mutevazi birisiydi. Yaptığı tasavvufi sohbette güzel ve önemli konulara değindi. Nefisle ilgili şu ifadeleri gerçekten anlamlıydı:
-Daima nefse ve şeytana muhalefet etmek lazım. Nefis çocuk gibidir. Sütten keserseniz kesilir, devam ederseniz hep ister. Gözler, kalbin elçileridir. Onları haramdan korursak, kalbi haramdan koruruz.
Bana Tasavvufu nasıl tanımladığımı sorunca, şunu söyledim:
-İbn-i Haldun diyor ki: Tasavvuf asıldır. Tasavvufun özü ve esası; içimizi ve dışımızı Şeriat’a uydurmak, ruhu hastalıklardan temizlemek, Allah ve Resulü’nün razı olduğu bir kul haline gelmektir. Bu da, ilim, ihlas, amel, ahval köprülerinden geçerek olmaktır.
Mısır’daki Bazı Şeyhleri Ziyaret
Başka meşayıhlerin de ziyaretine gittik. Çok yaşlı, ayağa kalkmayacak durumda bir şeyhi tavsiye ettiler. Ziyaret ettim. Önceden izin alıp gidiyorduk. Bunun için bu zat da gideceğimizi biliyordu. Gittiğimizde kendisini ziyaret etmek istedim. Müridlerine “koltuğuma girin” dedi. Koltuğuna girip ayağa kaldırdılar. Öylece kucaklaştık.
Bu meşayihler ziyaretçi pek kabul etmiyorlardı. Fakat “Türkiye’den bir âlim gelmiş. Ziyaretine gelmek istiyor” denince kabul ediyorlardı. Bu şeyh de seyyid idi. Kendi te’liflerinden bazılarını bana hediye etti.
Osmanlıyı Bize Yanlış Tanıtmışlar!
Kahire’nin meşayihleri olsun, âlimleri olsun, hatta avamdan insanlar olsun tevadu (tevazu) sahibi idiler. Ehl-i tevazu idiler. Bazıları memurluk yapmış, emekli olmuş kişiler idi. Bizi evlerine davet edenler oldu. Bu davetlerde bize şunları anlattılar: ”Din düşmanları bizi kandırdılar. Osmanlıları bize kötü gösterdiler. Senelerce bu şekilde gençlerimize dersler verildi. Daha sonra anladık ki, aldanmışız! Birçok konuları ders kitaplarından çıkardık. Sultan Abdülhamid’e ait bazı notlar elimize geçti. Tam kanaate vardık ki, hilaf-ı hakikatte olmuşuz!”
Hasaneyn Mahluf’u Ziyaret
Büyük ulemadan eskiden müftülük, Şeyhülislamlık yapan, ulema cemiyeti azalarından Muhammed Hasaneyn Mahluf’u(3) ziyaret etmek istedim. Kendisi hasta olduğu halde, geleceğimizi telefonla bildirince, kabul etti. Benimle beraber, altı yedi tane arkadaş vardı. Bazıları ilahiyat hocaları, bazıları da doktora talebesiydi.
Bizi önce misafirhanede oturttular. Gereken ikramı, hizmeti yaptılar. Hizmetleri yapan, âlim zatın milletvekili olan genç oğlu idi. Bu milletvekili olan zat, daha sonra bizi başka bir odaya götürdü. Bu odada âlimin bütün te’lifatı vardı. “Her birisinden birer tane hediye olarak alın” dediler.
Daha sonra, “Hocaefendi ağır hastadır” dediler. Yani “ziyaret bu kadar olsun. Onu incitmeyelim daha” demek istediler. Ben de dedim ki, “hususi ziyaretini istiyoruz. Teberrüken ziyaret edip, döneceğiz. Soru sormayacağız.”
Kendisine haber verdiler, kabul etti. Yukarı kata çıkıp, yattığı odaya girdik. Karyolada yatıyordu. Orada ziyaret ettik. Bize dualar etti. Bir şey demedi. Resmini çektiler. Sonra, hocaefendi kendi te’liflerinden birisini daha bana özel hediye etti. Vedalaştık.
Yaşlı Bir Alimi Ziyaret ve Bir Müşkülümü Halletmem
Daha sonra yaşlı büyük bir âlimi ziyaret ettik. Çok ihtiyardı. Koltuğuna girip ancak ayağa kaldırabiliyorlardı. Kulakları işitmiyordu. İşitme cihazı olmasına rağmen, elindeki mikrofonu konuşanın ağzına vererek ancak işitebiliyordu. Kur’an-ı Kerim’in “Tur” suresinde geçen “evlatları babalara ilhak ederiz”(Hud; 21.ayet) mealindeki ayetin tefsirini kendisinden sordum. Çünkü bu hususta beş on tefsire müracaat ettiğim halde, aradığım manayı bulamamıştım. Hatta birçok âlimlere de sorduğum halde iknâî bir cevap da alamamıştım. Daha evvel Şa’ravi’den de sormuştum. Fakat onun açıklamaları da tatmin edici, ikna edici olmamıştı.
Burada bana müşkül olan: İman şartı ile her evlat babaya ilhak edilince, Peygamber olmayan evlatlar Peygamber olan babaya ilhakı lazım geliyor. Fakat akidece şunu kabul ediyorum ki, peygamber olmayanlar peygamberlerin makamına nail olamazlar!..
Saniyen de; bazı fasık kimseler salih babaları ile iftihar ediyorlar. O zaman bunlar davalarında haklı oluyorlar! O âlimin verdiği cevap şöyle oldu: “Evladın babaya ilhakı hesabı zahirdir. Lezzeti herkes ameline göre alır.” Ben de kanaat olarak bu manaya varmıştım. Fakat kendime arkadaş arıyordum.
Ezher Doktora Merasimi
Ezher’de doktora merasimi vardı, oraya gittik. Tezler müzakere edilirken itirazlar, cevaplar oluyordu. Bu münakaşa esnasında tezini savunan kişi sorulan bir soruya iknâî cevap verince onu alkışladılar. Bunun üzerine Ezher Şeyh’ul-İslam’ı veya onun vekili olan zat yüksek sele: “Alkışlamayın. Şimdiye kadar melekler vardı. Onlar çıktılar. Şimdi şeytanlar geldiler” diye seslendi. Ondan sonra alkışlama olmadı.
Dediler; “Amerikalı bir Profesör Müslüman olmuş, el’ân burada, üniversitede İngilizce okutuyor.” Ben, onunla görüşmek istediğimi söyledim. Kendisine bu isteğimi söylediklerinde, zaman ve mekân şart koşarak cevap verdi. Ben de kabul ettim. Söylediği zaman ve mekânda görüştük.
Kendisine dedim ki “sen bir profesör olduğun halde, nasıl ve neye dayanarak Müslüman oldun?” Daha çok sorular sordum. Cevaplar verildi. Bu soru ve cevaplar kitap haline getirildi. Fakat şimdi o kitabı bulamıyorum. Netice olarak dedi ki: “İslam dini akıl mantığa uygun olduğundan; Hıristiyanlıkta ise hurafeler olduğundan, şüphesiz kanaat ettim ki; Hak din ancak İslam olabilir. Hıristiyanlığı terk ettim. Müslüman oldum. Münakaşalar yaptım”. (Bu profesörle yaptığım mülakatın kitap haline getirildiğini söylemiştim. Şayet o kitabı bulabilirsem, daha geniş malumat ekleyeceğim. Şimdilik bu konuda bu kadarla iktifa ediyorum).
AMERİKA’LI BİR PAPAZ
Kırk yaşlarında, uzun boylu bir kardeşimiz, Müslüman olunca Mustafa ismini almış. Küçük yaştan itibaren papaz okullarında Katolik terbiyesi ile yetiştirilmiş biri. Aslen Kuzey İrlandalı. Beş konuda mastır tezi hazırlamış. Sonra Amerika’ya, öğrencilere yönelik Hıristiyanlık propagandası için programlar hazırlamak üzere gönderilmiş. Roma’da Papa bütün Katoliklere, aralıksız doğum yapmalarını emreden bir konuşma yapınca Mustafa kardeşimiz;
-Bu nasıl olur? Hem insanlara doğum kontrolü yapın, diyeceğiz, diğer taraftan da aralıksız doğum için inananlarımıza emir vereceğiz… Bir yönden iki yüzlülük, diğer yandan yaratılışa aykırı durum. Kadın zayıf olabilir, hasta olabilir.
Bu ve buna benzer düşünceler içimi kemirdi, şüpheye düştüm. Bir yıllık izin alarak, dinleri karşılıklı olarak değerlendirdim.
Televizyonlarda İslam hakkında açıklamaları, ya Hıristiyan veya Yahudi bilginlerinden dinlemekteydik. Bunlar zaten İslam’a karşı olduklarından, Arapçayı öğrenmeye ve İslam’ı kaynaklarından araştırmaya niyetlendim.
-İslami ilimlerin merkezi neresidir? diye sorunca, bana Mısır’ı söylediler. Buraya geldim, araştırmalarım sonucu Müslüman oldum ve şu an Amerikan Üniversitesi’nde öğretim görevlisiyim.
Gerek Ezher gerek diğer üniversitelerdeki âlimlerle görüşerek İslam hakkındaki tereddütlerimi tamamen sildim. Değişik eserlerin yanı sıra, özellikle Dr. Muhammed Heykel’in Hz. Muhammed (A.S)’in Hayatı adlı eseri beni aydınlattı. Bu kitap, müsteşriklerin İslam’la, Peygamberimizle ilgili iddialarını da ele alıyor, çok güzel bir şekilde cevaplar veriyordu. Hz Muhammed’in üstün yönünü, kişiliğini, risaletini çok iyi kavradım. Müslümanlığımı da, Usuluddin Fakültesinin üstadları huzurunda ilan ettim. Onlara dedim ki:
-Sizleri şahid tutuyorum. Ben Allah’tan başka hiçbir ilahın bulunmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna iman ediyorum.
Elhamdülillah kalbim saadetle çırpıyor, mutluluktan uçuyorum. Bu hakikati ilan etmek ne büyük zevk idi.
AMERİKAN TOPLUMU
-Mustafa kardeş, bize Amerikan toplumu ile Mısır toplumunu karşılaştırır mısınız?
-Burada gece 12’den sonra Tahrir’den, Medinetün Nasr’a kadar veya en uzak mesafeye kadar yürüyebilirsiniz. Öldürülmekten, soyulmaktan hiç korkmazsınız. Amerika’da hemen hemen bütün şehirlerde, gece 11’den sonra, özellikle yaya olarak dışarı çıkmak, yürümek kesinlikle tehlikelidir. En azından huzursuz olursunuz.Yine Amerika’da insanlar yalnızdır. İlgisizdir. Ayrıca iki yüzü vardır. Görülen, ferah içinde olan Amerika ile görünmeyen, uyuşturucu, içki müptelası, hırsız, mütecaviz, yoksul bir Amerika. Ama bize-size hep birincisini anlatır ve gösterirler.
Burada ise insanlar çok cana yakın. Fakir ama Allah için, kardeşlik için, insanlık için, elinden geleni esirgemiyor. Bu gariptir diye herkes insanın yardımına koşuyor. Ben bunun, İslam dininin insanlara kazandırdığı bir güzellik olduğuna inanıyorum. Eğer Müslüman topluluklar İslam’ı tam olarak yaşasa, insanların büyük bir kısmının imana gelebileceğini (Allahu a’lem) söyleyebilirim.
KABE VE MEDİNE
-Hacca gittiniz mi?
-Umreye gittim. Kâbe’yi görünce dört saat o mübarek binaya bakıp dalmışım. Demek yerdeki gökteki Müslümanları toplayan merkez burası. İlahi kudretin ve rahmetin tecelli ettiği tüm insanlara ve cinlere rahmet ve mürşit olarak gönderilen Hz. Muhammed (A.S) burada yaşadı. Bu mübarek bina etrafında tavaf etti. Pek çok peygamberin yüce Allah’a yalvardığı, gökteki yıldızlar misali olan sahabe’nin etrafında döndüğü bina bu… baktım, düşündüm, her adımda Allah’a daha çok yaklaştığımı hissettim. Büyük bir huşu ve sevinçle, coşkuyla Allah’ın aziz kıldığı bu mekânda umremi yaptım.
Sonra hicret yurdu Medine’ye geçtim. İnsin ve cinnin peygamberi, en şerefli, en üstün kulun yattığı Yeşil Kubbe’ye adım adım yaklaştım. O’nun tüm hayatı, çektiği sıkıntılar, arkadaşları, mücadelesi, kurduğu devlet… aklıma geldi aklıma ve daha çok sevdim peygamberimi… Aslında dünya haritasını Kâbe’den başlatmak lazım, hak budur. Çünkü Allah’a yönelmenin merkezi burasıdır.
-Gayrı Müslimlere İslam’ı nasıl anlatmalı?
-Her ülkenin kendine has şartları var. Bunu bilip, ona göre stratejiler geliştirmek lazım. Hatta topluluklar, dinler, mezhepler, ırklar… hep farklı durumlarda, inançlarda. Onlara özel yöntemler geliştirilmeli.
Mesela İngiltere’de resmi istatistiklere göre 1960 da 4 tane mescit varken, 1987’de bu rakam 329’a yükseldi. Amerika’nın şartları daha farklı tabi, Amerika’da Yahudilerin, basın-yayında, üniversitede, siyasette, ekonomide… ağır baskısı ve etkisi var. Birçok üniversitede, hocalar, İslam’ı bilip kabul ettikleri halde bunu açıkça söyleyemiyorlar. Tüm bunlara rağmen, muhatabın durumunu iyi bilip, kendimizi iyi hazırlayıp, sevecen, nazik olarak, tatlılıkla İslam’ı anlatmak, güç merkezlerini etkilemek gerekmektedir.
ÖRNEK BİR KUR’AN KURSU
Şabinkom’daki bu kursun idaresinde bulunan göz doktoru ile Kahire’de tanışmıştık. Dr. Mutez Muhammed adındaki bu kardeşimiz, bizi karşılayıp kursu gezdirdi, bilgi verdi. Kurs, bakanlığa bağlı bir yerdi. Ancak bu bağlılığı resmi programı kabul etmesi şeklindeydi. Onun dışında kendileri ilave program yapıyorlarmış. Cemiyetül Tahfizül Kur’ana ait olan bu okulda 2.000 öğrenci kalmaktaydı.
Kreşi, anaokulu, ilk ve ortaokuldan oluşan okulda eğitim çok iyi ve mükemmel idi. Kendilerine hayırlı muvaffakiyetler dileyip, hoca hanımlara bir sohbet yaptıktan sonra ayrıldık.
Bu gezimiz esnasında daha pek çok yer gezip gördük. Yeni yeni kardeşlerimle tanıştım. Allah hepsinden razı olsun, kendisinin yoluna ilimle, ihlâsla, takvayla yönelen kullarından eylesin… Âmin…
Ondan sonra Kahire’den ayrıldım. İstanbul’a, oradan da Ankara’ya döndüm.
Türkiye’ye Dönüşüm Ve Şifreli Rahatsızlığım
Ondan sonra Kahire’den ayrıldım. İstanbul’a, İstanbul’dan da Ankara’ya döndüm. Mısır’dan döndükten bir müddet sonra, midemde bir sancı peyda oldu. Beni Yüksek İhtisas Hastanesine kaldırdılar. Yirmi gün kadar tahlil araştırmalar yapılmasına rağmen bir teşhis koyamadılar.
Takriben üç yıl aradan sonra aynı sancı iade etti. Bu defa birincisinden daha şiddetli oldu. Hatta son nefesimi yaşıyorum diye kanaat getirdim. Bu defa da beni İbn-i Sina Hastanesine kaldırdılar. Burada da yirmi gün kadar tahlil-araştırma yapıldı. Fakat yine bir şey teşhis edemediler. Bu yirmi gün zarfında, boş kalmayarak, az bir uyku uyumakla, daha evvel talebelere ders verdiğim konuları, çeşitli cemaatlere yaptığım sohbetleri bir araya toplayıp, bir risale yapmaya çalıştım. Gece gündüz çalıştım. Maksadım, ölmeden evvel bunu bir kitap haline getirip, insanların istifadesine sunmaktı.
Bu çalışmalarım esnasında, bazen yirmi dört saatte ancak iki buçuk saat yatabiliyordum. Tansiyonum 13 ten 20’ye doğru yükseliyordu. Notlarımın hepsini bir araya topladıktan sonra “Tuhfet’ul-İhvan” yani “kardeşlerimize hediye” ismini verdim. Tamamladığım gecede, sanki uyku ile uyanıklık arasındaki bir halde iken, gökten yana bana şöyle bir ses geldi: “Ya Emin, doktorlar senin illetini bilmezler! O illetler şifrelerdir. Onlar ölümü hatırlatmaktadır.”
O rüya halinde öyle anladım ki, bu Allah tarafından gelen bir ikaz, bir şifredir. Bu ikinci şifredir. Üçüncü şifre kalmıştır!.. Hulasa, uyandığım zaman çok heyecanlı bir halde idim. Ağlama gibi bir hal oldu. Sanki bilâ ihtiyari o sese karşı bazı cevaplar verebildim! Zaten kanaat getirdim ki, ikinci ikazdı. Üçüncü ikaz kalmıştır. Şimdiye kadar da üçüncüyü bekliyorum. Sabah olunca hastaneden çıktım. Şimdiye kadar hâlâ öyle bir sancı olmamıştır. Bekliyorum!..