Eskiden beri ismini duyduğum, çalışmalarını izlediğim ve bazı yetkilileriyle de görüştüğüm Tebliğ Cemaatini ziyaret etmek, çalışmalarını yakinen tanımak, aralarında bir müddet kalmak programım arasında idi.
Ben zannediyordum ki merkezleri şehir içindedir. Niyetimi onlara söyleyince bana işaretle “otobüse bin” dediler. Otobüse bindim. İşaretle anlaşmaya çalışıyorduk, çünkü Arapça bilmiyorlar, Urduca konuşuyorlardı. Vakit gece oldu, şehir içinden çıktık. Epey yol aldık ama ben bu arada şüphelere girdim.
Belki isteğimi yanlış anladılar diye tereddüt ettim. Zaman zaman soruyordum ama onlar daima ileriyi gösteriyorlardı. Nihayet bir yere geldik, otobüs durdu. Bana işaret ettiler ki burasıdır.
İndiğimiz yerde, bir dükkânda uzun sakallı üç dört kişi gördüm. Onları Cemaatı Tebliğ mensuplarına benzettim. Öncelikle vakit geçmeden hemen namaz kıldım. O adamlardan Cemaatin merkezini sordum. Bana “gel gösterelim” dediler.
-Nimetullah’ı tanır mısınız? dedim.
-Tanırız, O da buradadır, dediler. Beni merkezlerine götürdüler.
Cemaatin usulü gereği, oraya gidenlerin pasaportlarını hemen alıp yazıyorlardı. İdarecileri bana bazı sorulara sordu:
-Neden böyle geziyorsun? Gayen nedir?
Ben de “Asr” süresini kendilerine okudum ve mana ettim. Benimle onların gayelerinin bir olduğunu anladılar ve çok sevindiler.
-Senin bu sınırlı ziyaretini kabul etmiyoruz. En az on gün kadar bizden bir gurupla tebliğ çalışmasına katılmanızı istirham ediyoruz.
ÇALIŞMA ŞEKİLLERİ
Ben onların on günlük gezi-irşadlarına katılmaya dair tekliflerini kabul ettim. Bir araba getirdiler. Araba parasını geziye katılacak cemaate taksim ettiler, herkese, ödemeleri gereken miktar söylendi. Usul ve adetleri böyle idi. Masrafları katılanlar yapıyordu.
Bir şehre gittik. Orada doğruca bir camiye indik. Adetleri gereği gittikleri yerde o yerlilerin ileri gelenleri ile istişare ederlerdi. İmamdan camide kalmak için müsaade alırlardı. Bir müddet sonra başka bir camiye nakil olurlardı. Cemaatlerine geçici olarak iştirak ettiğimden dolayı cemaat merkezinden bana bir yatak vermişlerdi. Bu yatağımı gezi cemaatinin reisi bizzat kendisi taşıyordu. Onların tevazu ve hizmetlerinden dolayı gözlerim yaşarıyordu.
Bir camiden başka bir camiye, bir şehirden diğer bir şehre gittiklerinde dualar yaparlardı. Halkı camiye davet ettikleri zaman en az üç kişilik bir grup ile giderlerdi. Bunlardan birisi emir, birisi tercüman, diğeri de davet eden oluyordu. Halkı davet etme şekilleri şöyle idi:
Yolda kalben zikrederek tesbihat yaparak giderlerdi. Vardıkları evin kapısını belli aralıklarla üç defa çalarlardı. Kapıyı açan kadın olduğu takdirde onu görmemek için arkalarını dönerlerdi. Eğer kapıya gelen erkek ise camiye gelmesini teklif ederlerdi. Kadın ise kocasının gelmesini isterlerdi. Bu tebliği yapan da kendilerinden olmayan daha uzak memleketlerden gelen, başka lisanla konuşan kişiler olurdu. Şöyle derdi:
-Ben falan yerden geldim. La ilahe illallah Muhammeden Resulullah. Elhamdülillah hepimiz Müslümanız, kardeşiz. Falan camide falan namazdan sonra sohbetimiz olacak. Siz kardeşimizin de orada bulunmasını arzu ediyoruz.
Talimata göre kimse konuşanın yüzüne bakmaz. Sadece tercüman onunla muhatap olurdu. Ta ki heyecanlanmasın, utanmasın. Eğer davet edilen namazlı, abdestli biri ise zaten davete icabet ediyordu. Onunla birisi camiye kadar gidiyordu. Camide birisi onu kapıda karşılıyordu. Eğer târikussalat (namazı terk etmiş, kılmayan biri) ise, “çamaşırımı değiştirir gelirim, müsait olursam gelirim veya bakalım, kısmet” gibi sözler söylerlerdi.
Davet için gelenlere yerli halktan biri rehberlik yapardı. Bu rehber grubu evlere götürürdü. Körü körüne gitmiyorlardı. Davet için dolaşma bitince emir olan kişi arkada diğerleri önde yürümek üzere kaldıkları camiye dönerlerdi. Sağa sola geçişler Emir’in talimatı ile oluyordu. Dönüşte sağa sola, etrafa bakmak yoktu. Camiye kadar istiğfar ederlerdi. “Belki nazar ettik, belki gaflet yaptık belki bir kusur işledik” diye düşünürlerdi.
Eğer gidilen şehirde âlim insanlar varsa mutlaka onların da ziyaretine gidilirdi. Âlimleri edeben camiye çağırmazlardı. Fakat o âlimler durumu anlar bilirlerdi. Âlimlere giderken bir hediye de götürüyorlardı.
Bir âlimin ziyaretine benim de içinde olduğum grupla gittik. Ona benim için “Osmanlı’dır” dediler. O âlim çok sevindi. Osmanlıları methu sena etti. Şu hatırasını anlattı:
-Fransızlar Hindistan’ı işgal ettiklerinde “size yol yapıyoruz” diyerek binalarımızı, mescitlerimizi yıkıyorlardı. Çok makbul, görkemli bir camimiz vardı. Onu da yıkmak istediler. Sözü geçen bazı zenginleri aracı gönderip bu camiyi yıkmamalarını söyledik ama fayda vermedi. Etraftaki devletlere başvurduk, “Yıkabilirler, gücümüz yetmez” dediler. Bazılarımız “Osmanlılara haber verelim” dediler. Haber verdik. Osmanlı Devletinden yetkililer Fransızlara dedi ki:
-Camilere dokunmayacaksınız! Dokunursanız sizinle savaşırız!..
Bunun üzerine, onlar da camiyi yıkmaktan vazgeçmiş oldular.
ŞEYH İLYAS
Burada Cemaat mensuplarıyla olan ziyaret ve çalışmalarımızı anlatmaya ara vererek, bu cemiyetin kuruluşu hakkında bize anlatılan bilgileri aktarmak istiyorum.
Şeyh İlyas ulemaya mensup zengin bir aile çocuğuydu. İyi tahsil görmüş ve muhtelif dallarda kendini yetiştirmişti. Ancak zengin olmasına rağmen dünyaya pek rağbet etmiyor, manayı daima maddeye tercih ediyordu. Onun için, dünyanın bitmez tükenmez işleri, para-puldan çok; ilim, ahiret ve Müslümanların halleriyle, sıkıntılarıyla ilgilenmek dertlenmek gerekiyordu.
Açtığı medresede üç binden fazla talebe okuyordu. Medresenin giderlerinin büyük bir kısmını kendisi karşılıyordu. Eğitimiyle de bizzat ilgileniyordu. Kendini; ruh, zihin, beden ve malıyla İslam’a, Müslümanlara adamıştı. Fakat O, tüm bunlara rağmen yine de huzurlu değildi. Çünkü çevresindeki Müslümanlar günden güne bozuluyor, her bakımdan çoğunlukta olan Hinduların tesirinde eriyorlardı. Ve bu durum Şeyh İlyas’a derinden ızdırap veriyordu.
Hinduların tesirinde, ilim ve irfandan, İslamî bilgilerden yoksun, küfre meyleden pek çok Müslüman olduğu gibi, guruplar veya köylerden toplu olarak bu tehlikeye yönelenler, din değiştirenler de oluyordu.
Mivad denilen dört milyonluk aşiretin durumu da böyleydi. Bu insanlar sadece isim olarak Müslüman idi artık. Hinduların Müslümanlara söylediği şu idi:
-Siz aslında Hindusunuz, Müslümanlar kılıç zoruyla dedelerinizi Müslüman ettiler. Şu an bizimle sizin aranızdaki fark, sizin çocuklarınızı sünnet ettirmeniz, ölülerinizi yakmamanızdır. Bu ikisini de terk ederseniz, ecdadınızın asıl dinine dönmüş olursunuz, biz de tek bir millet oluruz.
Gerçekten de pek çok müslümanda olduğu gibi, özellikle Mivad aşireti Müslümanlarının da Hindulardan, inanç ve amel olarak ayrıldıkları en önemli fark bu iki husus idi. Teoride ise “Lailahe illallah, Muhammed pâk resulullah” demeleriydi.
***
Şeyh İlyas çevresindeki Müslümanları topladı ve durumun vahametini anlattı. Bu kabileyi kurtarmak için ne yapılabileceğini sordu. Âlimler, kalabalık bölgelerde camiler inşa edilmesini söylediler. Böylece insanlar belki namaz ve ibadete başlayabilirdi.
Hiç vakit kaybetmeden merkezi yerlere pek çok cami yapıldı. Bu camilerin inşasından sonraki yıllarda Şeyh İlyas yaptığı ziyaretlerde, bu camilerin pek çoğunun boş olduğunu gördü, büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Namaz kılan yoktu, hatta bazı camiler ahır olarak bile kullanılıyordu.
Şeyh İlyas ulemayı yeniden topladı ve durumu hatırlatarak yeni fikirlerini sordu. Âlimler, camilerin yanına birer medrese yapılmasını tavsiye ettiler. Şeyh İlyas bunu da yaptı. Fakat fakir olan halk, çocuklarını alıp medreselere değil de çalışmaya götürüyordu.
Bundan da bir sonuç alınmayınca âlimler heyeti tekrar toplandı. Bu kez gezici vaizlerden heyetler oluşturulmasını ve köylere kadar gidilmesini önerdiler. Denilen yapıldı. Ancak vaizlerin sayısı yeterli olmadığı için ancak üç-dört ayda bir tur atılabiliyordu ve vaizler döndüklerinde her şeyin unutulup gittiğini görüyorlardı. Bu da istenilen sonucu vermiyordu.
ŞEYH İLYAS MEKKE’DE
Şeyh İlyas’ın uykuları kaçmıştı. Dört milyon Müslüman göz göre göre elden, imandan gidiyordu. Bir çıkış yolu için Allah’a gece gündüz yalvardı. Dertli ve sıkıntılıydı. Bu duygularla hacca gitmeye karar verdi. Mekke’de Kâbe’nin astarına yapıştı. Gözyaşları içinde, Allah’ın evinde, ev sahibine yalvardı.
-Ya Rab, bir müslümanın imanını kurtarmak, muhafaza etmek, yüz kafirin iman etmesinden önemlidir. Bir müslümanın irtidat etmesi, İslam’a sürülen ağır bir lekedir. Şimdi bulunduğum bölgede dört milyon Müslüman küfürle karşı karşıya… Bana ilham ver, yardımını esirgeme benden… Dinine ve müminlere hizmet edeyim…
O haleti ruhiye ile Medine-i Münevvere’ye gitti. Resulullah’ın ravzasında lisanı hal ile ızdırabını arz etti. Ve Resulullah (sav) kendisine rüyada şu tavsiyede bulunur:
-Benim yaptığım gibi yap!
Şeyh İlyas tefekküre daldı ve bu mesajı düşünmeye başladı. Cenab-ı Hak kalbine şu ayeti ilham etti: “Siz insanlar için çıkarılmış, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allaha inanan hayırlı bir ümmetsiniz.” (Ali İmran 3/110) Şeyh İlyas anlıyor ki Resulullah’ın yaptığı budur: İyiliği emretmek, kötülüğü menetmek:
TEBLİĞ
Resulullah (sav) önce ailesini, sonra yakınlarını, daha sonra da kavmini Allah’a davet etmişti. Taif’e kadar bunun için gitmişti. Medine’den gelenlerle bunun için görüşmüştü. Kendisi ve ashabının hicreti de bunun içindi. Ondan sonraki ashabının yaptığı da buydu. Eba Eyyüb el-Ensari’nin yaptığı da buydu. Kendisi de aynısını yapmaya karar verdi. Ve memleketi olan Yeni Delhi’ye büyük bir aşkla döndü.
İLK ÇALIŞMALAR
İşe ilk olarak işçilerden başladı. Yollarda onları bekledi, tanıştı ve özellikle ağır işlerde çalışanların yevmiyelerini vererek onları camiye aldı. Gün boyu İslamiyet’i anlattı. Kendisinin belirlediği işçiler, her gün işe gidiyor gibi camiye geliyor, Şeyh İlyas’tan İslami derslerini alıyor, akşam da ücretlerini alıp evlerine dönüyorlardı.
İhlâsla yapılan bu çalışma gönüllerde muazzam bir yankı buldu. Okunan, öğrenilen her ayet ve hadis kalplere yerleşiyor, kök salıyor, filiz veriyor, meyve sunuyordu. Önceleri ücret alan işçiler artık ücret almamaya başladılar. Bir müddet sonra kendileri bu işin içine daldılar. Civar köy ve bölgelere dağıldılar.
Birgün Şeyh İlyas bir yaşlı Müslümana tebliğe gidenlerle olmasını söyleyince şu karşılığı aldı:
-Ben İslam adına bir şey bilmiyorum ki! Bu çok anlamsız olur!
Şeyh İlyas:
-Gittiğin yerlerde şunları söylersin den de:
“Benim yaşım seksen. Şimdiye kadar dinimden bir şey öğrenmedim. Benden sonra gelenlere de dolayısıyla bir şey veremedim. Siz sakın benim gibi olmayın, dininize sahip çıkın.”
Bu yaşlı Müslüman gittiği yerlerde buna benzer şeyler söylüyor ve çok etkili oluyordu.
HAREKET YAYILIYOR
Bir sene geçmeden Tebliğ Cemaati guruplar halinde Hindistan içinde bin km.lik yolu yaya olarak kat ederek, Resulullah’ın bu büyük tebliğ sünnetini ihya ettiler.
Hindistan’da adeta bir asr-ı saadet seferberliği yaşanıyordu. Hırsızlar, dolandırıcılar, yankesiciler kesin bir dönüşle birer mübelliğ oluyorlardı. Hem sayıları hem de hizmet alanları günden güne artıyordu.
On senelik bir çalışmadan sonra Şeyh İlyas’ın vefatıyla yerine oğlu Şeyh Yusuf geçti. O da babasının yolunu izledi ve hareketi genişletti. Onun da vefatıyla imam olarak, Şeyh Zekeriya’nın damadı ve hizmette büyük emeği geçen İn’amul Hasan belirlendi.
İşte biz böyle kurulan bir cemaatin bir ekibiyle yollardaydık. Tebliğe çıkan herkes tüm masraflarını kendi cebinden karşılıyor. Bu hizmete hiçbir şekilde siyaset ve ihtilaf sebebi olacak konular konuşulmuyor, ele alınmıyor.
Yola çıktığımızda üç-dört saat kadar talim halkasında oturuyor, Resulullah Aleyhisselam’ın ve ashabın hayatından kıssalar dinliyoruz. İman, ibadet ve ahlakın faziletini öğreniyoruz. İyi amellerin mükâfatını, kötü işlerin cezasını anlıyoruz. Günde bir veya iki defa gittiğimiz yerlerdeki halkı mescide davet ediyoruz. Ve onlarla bu güzellikleri konuşuyoruz.
Bu yerlerde din ve dünya işleriyle uğraşan din büyüklerini ziyaret ediyoruz. Artan zamanlarda zikir ve ibadetle meşgul oluyoruz. Gece teheccüde kalkıp Allaha dua ediyoruz. Yemek, içmek, bulaşık ve çamaşır gibi günlük ihtiyaçlarımızı kendimiz yapıyoruz. Din ve dünyamıza faydalı olmayan her şeyden uzak duruyoruz. Biz inanıyoruz ki, Allah için tebliğe niyet eden kimsenin yola çıktığı andan itibaren, Cenabı Hak bütün günahlarını affeder. Bu yolda kıldığı namaz, yaptığı ibadet, ettiği zikir için kat kat sevap alır. Harcadığı her kuruşun karşılığını yüzlerce misliyle alır. Bu yollarda tozlanan uzuvları Cenabı Hak, ateşe haram kılar inşallah. Nitekim Allah (cc) bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu, her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allahın lütfü geniştir, o her şeyi bilir.” (Bakara 2/261) Artık hem malı hem canı ile bu yola çıkana Allah’ın vereceği mükâfatı düşünmek lazım.
***
Allah yolunda gurup halinde çıkarken biri emir seçilir ve ona mutlak itaat edilir. Çünkü İslam’ı yaşayan, Allah yolunda tebliğe çıkan Emir’e itaat eden, Peygamber Efendimize itaat etmiş olur.
Bu işten maksat, kimseyi hidayete erdirmek değil, kendi nefsimizi ıslah, Allah rızasını kazanmak ve onun emirlerini başka Müslümanlara iletmektir. Hidayete erdirmek, ancak Allahın iradesindedir.
Müslümanlara hürmet, ikram ve hizmet etmek, tevazu göstermek, hiç kimseye hakaret ve nefret gözüyle bakmamak şiarımız olmalıdır. Kuranı kerim ve hadisi şeriflere gösterdiğimiz saygıyı, onları bilen ve amel edenlere de göstermeliyiz. Âlimlere hürmet, dine hürmettir. Bunu yapmayanlar, rızayı ilahiye mazhar olamazlar. Çünkü âlimler peygamberlerin varisleridir. Dünya ve ahret saadetine vesile olan bilgileri onlardan öğreniriz. Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan onlar aracılığıyla ayırırız.
Tebliğe çıkan aynı zamanda ilim tahsiline de çıkmış olur. Çünkü tebliğin ilk hedefi kendimizi yetiştirmek, nefsimizi terbiye ve ıslah etmektir. Allah (cc) bizleri bu güzel vasıflarla muttasıf eylesin.
Tebliğ Cemaati merhum Şeyh İlyas zamanından beri günden güne büyümekte, genişlemektedir. Mensuplarının sayısı her gün artmakta, hizmet bölgeleri biraz daha artmaktadır. Dünyada hiçbir ülke yoktur ki, tebliğ cemaati oraya gitmiş, İslam’ı anlatmış olmasın.
İslam’ı tatbîkî olarak yaşayan Cemaat mensupları arasında her ülkeden, her ırktan, her sınıf ve meslekten insan bulunmaktadır. Müslümanlara hizmet, hürmet ve ikramın her çeşidi, esas meşrepleri olduğundan meslek, mevki, makam ve rütbe farkını ortadan tamamen kaldırmış ve onları tevazu, ihlâs içinde kaynaştırmış, bütünleştirmiştir. Biz onlarla beraber tren yolculuğu yaptık. Trende bile cemaati hiç terk etmiyorlar.
İÇTİMA
Cemaatin senede bir genel içtiması olmaktadır. Bu toplantılar Pakistan Lahor, Hindistan Yeni Delhi veya Bangladeş Dakka’da olmaktadır. Yapılan bu toplantılara dünyanın her tarafından, cemaate mensup davetliler katılır, Müslümanların meseleleri, yapması gereken hizmetler konuşulur, tanışılır, gereken dayanışma sağlanır.
Bu içtimalara çok yoğun bir katılım olur. Mesela 1987 yılında Dakka’da yapılan toplantıya bir milyondan fazla insan katılmıştı. Cumhurbaşkanları, bakanlar, askeri yetkililer ve her meslekten üst düzey yetkililer de vardı.
Karaçi’de bulunduğumuz bir zamanda, “Bangladeş’te içtima olacak” dediler. Biz de Bangladeş vizesini aldık, Karaçi’den üç saat uçakla Bangladeş’e yetiştik. Kalabalık gayet fazla idi. Kırk beş devletten insanların geldiklerini söylediler. Meskûn mahalden uzak çok geniş bir arazide toplanıldı.
“Bu sahayı devlet Cemaatı Tebliğ’e hibe etmiş” dediler. Bin metrekare kadar geniş bir alan, namaz kılmak için hazırlanmıştı. O alanın üstü çadırla örtülü idi. Günde üç öğün yemek veriliyordu. Erkeklerin yeri ayrı, kadınların yeri ayrı idi. Yemeğe giderken ehl-i beled sıra ile yemeğe gidenlere bakar, misafirlere öncelik tanırlardı.
Çeşitli lisanlarla konuşan kişilerin sözleri tercüme ediliyordu. Hatipler çoğunlukla İngilizce, Arapça ve Urduca lisanlarıyla konuşurlardı. Tercümanlar çok alışkın olduklarından konuşan ne kadar çabuk konuşursa konuşsun, hemen hıfza alıp tercüme edebiliyorlardı. Hayır sahipleri, kamyonlarla bazen karpuz, bazen Hindistan cevizi getirip dağıtıyorlardı. Hindistan cevizi kesilip suyu boşaltılınca yenir. Bu meyve hem lezzetli hem de şifalıdır. Bunun suyu bir müddet sonra donar. Bıçakla kesilip yenir. Çok kıymetlidir.
Bu toplantıda üç gün sürekli sohbet ve konuşmalar devam etti. Üçüncü gün son olarak uzun dualar yapıldı. Bu duaya oranın devlet adamları da geldiler. Onlara büyük çadır altında özel yer hazırlanmıştı. Devlet erkânı geldiğinde, irşad ekibinin arasından, her ülke adına bir mümessil (temsilci) belirlenir ve onlarla özel görüşmeler yapılırdı.
Türkiye’den de beni mümessil seçtiler. Daha devlet erkânı gelmeden önce biz temsilciler özel hazırlanan yere gittik. Daha sonra onlar da gelmeye başladılar. Gelen selam verip oturuyordu. Kimse konuşmuyordu. Herkes yapılan konuşmayı, vaazı dinliyordu. Bize dediler ki:
-Onlar gelince ayağa kalkmayın.
Yalnız Cumhurbaşkanı geldiği zaman yabancılarla kucaklaşmak istedi. O zaman kimin tarafına gittiyse o ayağa kalkıyordu. Cumhurbaşkanı misafirlerle hem kucaklaşıyor hem de hangi memleketten olduğunu soruyordu. Cumhurbaşkanı ve askeri komutanlar geldikleri zaman Cemaatı Tebliği temsil eden büyük emirler konuşuyordu. Mülki ve askeri erkân da sükûnetle dinliyordu.
Konuşmalar yapılıp toplantı tamam olunca vedalaşmalar başladı. Dönüşlerine müsaade edilenler döndüler. Bazılarına da dönüş izni verilmiyordu. “Burada tebliğe çıkın” deniliyordu. Bana ve İstanbul’dan gelen yedi kişiye “siz burada kalacaksınız” dediler. İstanbul’dan gelenlere kırk gün, bana da “müddetini doldurana kadar kalacaksınız” dediler. Biz bir cemaat ile hemen bulunduğumuz Dakka şehrinde tebliğe başladık.
Benim de katıldığım bu toplantıda Cemaat Başkanı’nın yaptığı konuşma özetle şunları içeriyordu:
“…İnsan hayatını dine uydurursa insandır. Yoksa insan olmaktan çıkar. Bugün geçerli olan sistem Peygamber Efendimiz zamanında geçerli olan sistemin aynısıdır. Dinin başlangıçta yayılması, davet, tebliğ ve nasihat ile tahakkuk etmiştir. Bu Kur’anın emri ve Resulullah’ın sünnetindendir. İslam hem bizim hayatımıza hem de İslam ümmetinin hayatına tebliğ ve davet ile gelecektir.
…Pek çok kimse çocuğunu okutur, zahmet ve meşakkatlere katlanarak meslek sahibi yapar. Fakat evladı meslek hayatına atıldıktan sonra anne babasını bırakarak onlardan uzak ve ayrı yaşamak ister. Hanımı onlarla birlikte yaşamaya razı olmaz, bu çok vahim bir durumdur.
…Çocuk önce din ve İslam terbiyesi almalıdır. Allah bizi bu dini ihya etmeye muvaffak kılsın. Bu din; uğrunda meşakkatlere katlanacağımız ölçüde hayatımıza hâkim olacaktır. İnsan kâinatta mahlûkatın en üstünü olarak yaratılmıştır. Yaratanının emrine itaat etmelidir. Ailelere çok büyük bir mesuliyet düşmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da sahabe örnek alınmalıdır. Sahabenin biri bir kıza talip olunca kız ve ailesi bir yüzüğü almakla yetinirdi. Onlar israftan, gösterişten, zorluktan kaçınırlardı, bizler de böyle olmalıyız.
Hakiki hayat ahiret hayatıdır. Bu ebedi hayatı kazanmak için İslam’ı kendi hayatımızda yaşamak, yaşatmak lazımdır. İnsan her gün ömrünü zayi ediyor. Ölüme gidiyor farkında değil. Ebedi hayatımızı kazanmak için çok çalışmalıyız.
…Dünyada insanlar iki kısımdır: Dindarlar ve dinsizler.
Dindarlar hem dünyada hem ahrette birbirlerinden faydalanırlar. Dinsizler ise bu dünyada birbirinden faydalansalar bile ahrette herkes bir diğerini lanetler. “Allah’tan korkanlar hariç, kıyamet gününde (dünyalık dostlar) Birbirlerinin düşmanı olurlar.”
Din demek Resulullah’ın hayatı demektir. Onun Kur’andan aldığı ve uyguladığı hayat ölçüsüne uymayan hiçbir ibadet ve amelin kıymeti olmaz. Din, hayatın bütün cephelerini ele aldığından yaşamın tüm alanlarında uygulanmalıdır.
Allah’ın azametini, yüceliğini düşünmek, kişiye acziyetini hissettirir, insanı duaya sevk eder. “Ancak sana ibadet eder, senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet.” Demeye mecbur eder. Fakat dini tatbik ve davet vazifesi yapmadıkça kuru dua ile lütuf ve yardım gelmez. Hakiki iman insana havf hali ve yakîn kazandırır. Böyle olan bir mümin elbette Allah’ın emirlerini tutar. Günahların küçük ve büyüklerinden sakınmalıdır. Kibrit küçüktür ama büyük yangınlar çıkarabilir. Küçük bir hata da ahrette büyük bir azaba sebep olabilir.
Bütün kötülükler, nefis, hava ve heves peşinde koşmaktan gelir. Kamil insanın önce bunlarla mücadele etmesi gerekir. Şu an, eğer evimizin, evladımızın, komşumuzun ve milletimizin dünya ve ahiret geleceğini düşünüyor ve hayır istiyorsak bu davet ve tebliğ işine önem vermeliyiz. Fisebilillah tebliğe çıkarak, nefsanî arzuları frenlemeli, terbiye etmeliyiz. Bunu yapmak dua ve amellerimizin kabulüne, Allah’ın rahmetine vesile olur.
İslam’ın temeli imandır. Bunun anahtarı da “la ilahe illallah”dır. İbadetler, muameleler, cezalar ve ahlaki meseleler iman üzerine bina edilmişlerdir. Ve imansız hiçbir amel olmaz, abdestsiz namaz olmadığı gibi… iman sıfırların başındaki rakamlar gibidir. O rakamlar başından alındımı geriye sıfırlar kalır ve hiçbir hükmü kalmaz. İşte iman ile amel böyledir…
ALTI TEMEL ESAS
Tebliğ Cemaatinin ana esasları altı temel prensibe dayanmaktadır:
1-Tevhid
Kelime-i Tevhid olan “Lailahe illallah Muhammeden Resulullah”ı söylerken şu dört hususa dikkat etmek gerekir.
Birincisi; tevhidi hatasız, ilavesiz ve eksiksiz söylemek.
İkincisi; manasını, gayesini anlayarak söylemek.
Üçüncüsü; tevhidin azametini, yüceliğini kalpte hissetmek.
Dördüncüsü; tevhid’in ifade ettiği manayı ömür boyu yaşamak.
Kelime-i tevhidi söyleyen kişi, inanır ki, mahlûktan hiçbir şey sadır olmaz. Her şey ancak ve yalnız Allah’tandır. Bilir ki istikamet Resulullah’ın yolunda gitmekle olur.
Mü’min; tevhidi günde 100 kere tekrarlayarak yüzünün kıyamette ayın on dördü gibi olmasını ümid eder.
2-Beş Vakit Namaz.
Namazı huşu ve teslimiyet içinde kılmak.
Cemaate devam etmek.
Kılınan her namazı öncekinden daha mükemmel kılmaya çalışmak.
Her namazı kılınan son namazmış gibi dikkatle kılmak.
Namazın Allahın en önemli emirlerinden birincisi olduğunu bilmek.
Çünkü namaz müminin miracıdır. Allahın huzuruna kalben, ruhen, fikren, bedenen yükseliştir. Sonbahar yapraklarının dökülüşü gibi, namaz kılanın da günahları dökülür. Cemaatle namaz kılmanın fazileti yalnız kılmaktan 27 derece daha üstündür. Bunun için şer’i bir özür olmadıkça cemaatle namazı terk etmemelidir.
3-İlim ve Zikir
İlimden maksat dinimiz için bize gerekli ve zaruri olan bilgileri bilenlerden öğrenmek ve bilmeyenlere öğretmektir.
Günlük hayatımızda, ibadet, yeme-içme, evlenme-boşanma, doğum-ölüm gibi tüm konularda Allah’ın rızasını gözetmek, din ile ilgili bir hükmü öğrenip uygulamak, bin rekât nafile namaz kılmaktan daha efdaldir.
Zikir şu dört şeyi yapmakla olur:
Bir: Her zaman ve her yerde Allahın murakabesi, denetimi, gözetimi altında olduğunu bilmek.
İki: Kur’an-ı Kerim’i okumak ve anlamaya çalışmak.
Üç: Resulullah’ın adet edindiği ve tavsiye buyurduğu duaları vird haline getirmek. Bunların başında da sabah akşam yüzer defa, “Sübhanallahi velhamdu lillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber”, “Allahümme salli ala seyyidina Muhammeden ve ala ali seyyidina Muhammed” “Estağfirullahil azim ve etubu ileyh.” Demek.
Dört: Bu zikirleri aksatmadan çekmek, eksiklik yapmamak.
4- Müslümanlara İkram
İkramdan maksat ulema ve büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, kendi hakkından önce başkalarının hakkına koşmak, rahatlık ve menfaat olduğu takdirde ise herkesten sonraya kalmak.
Her müslümanın kalbinde kelime-i tevhidin nuru mevcuttur. Allah’ı, Resulünü ve tevhid ehli olduğu için müminleri sevmek, hürmet etmek, imanın gereğidir. Müslümana yardım edene de Allah’ın yardım edeceğini unutmamak.
5- Tashih-i Niyet
Bundan maksat her işi Allah rızası için düşünmek ve yapmaktır.
Bir işi yaparken niyetimizin doğru olması gerekir. İster din, ister dünya için olsun, yapılan bütün işlerin Allah için olması önemlidir.
İyi bir işi yapmamız bize kibir vermemelidir. “Ben büyük, iyi, faydalı bir şey yaptım” dememeli, bilakis “bunu Allah’ın izni ve yardımıyla yaptım.” diye düşünmeliyiz.
Amellerin Allah katında kabulü için esas olan niyettir. Çünkü Allah bizim mal ve suretlerimize değil, sahih niyet ve amellerimize bakacaktır.
6-Tebliğ
Bundan gaye saydığımız sıfatların bizde ve bütün Müslümanlarda olması için cemaat şeklinde evden çıkmak ve her durumda, her mecliste insanları Allahın emrettiği yola çağırmaktır.
Bu ahlak Peygamber Efendimizin şahsında kemal derecesini bulmuştur. Bir insan ne kadar çalışırsa çalışsın Resuli Ekrem’in derecesine ulaşamaz. Doğruluk, adalet, insaf onun şahsında doruk noktasına ulaşmıştır.
Allah Resulü (sav) itikad, iman, ibadet, doğruluk ve güzel ahlakın insanlığa hâkim olması için çok mücadeleler verdi. Bütün insanların cennete girmesi, kimsenin cehenneme uğramaması için ömür boyu çilelere katlandı. Çünkü cennet ebedi nimetlerin, cehennem daimi musibetlerin yeridir.
O 23 senelik peygamberlik hayatı boyunca iman ve İslam’la kucaklaşan herkese de davet metodunu öğretti. Ashabı Kiram bu niyetle Mekke ve Medine gibi mübarek yerleri terk edip, hicret ettiler. Pek çoğu bu yolda şehid oldular. Kabirleri vatanlarından çok uzakta kaldı. Mekke ve Medine’de medfun sahabilerin yanı sıra binlerce, on binlerce sahabi ülkelerinin dışında, İstanbul’da, Anadolu’nun, Şam’ın, Mısır’ın muhtelif yerlerinde vefat ettiler. Bunun elbette bir sebebi vardır: Allah Resulünün davası olan İslam’ı tebliğ etmek.
Resulullah’ın ümmeti olmakla şeref duyan biz Müslümanlar da aynı vazifeyi, aynı niyet ve şuurla, Allah rızası için yapmalıyız. Bu çalışma ile imanımız kuvvetleşecek, ahlakımız güzelleşecek, ruh ve fikrimiz esas safiyetini bulacak ve ahirette Allahu tealadan mağfiret bulacağız inşallah.
Bu cemaat ve tebliğ ruhunun yerleştiği Hindistan, Pakistan ve diğer pek çok Müslüman ülkelerde çiftçi, işçi, memur, her sınıf ve tabakadan insanlar bu hizmet için senede kırk gün, ayda üç gün, haftada bir gün Allah için tebliğe çıkarlar.
Onlar samimi bir şekilde bu sıfatları öğreniyor ve başkalarını da bu yola davet ediyorlar. Uzun süredir bizler bu sünneti seniyyeyi terk etmiş bulunuyoruz. Bunun sorumluluğu altındayız ve farkına varmasak bile cemiyet olarak vebalini taşıyoruz.