Meşakkat Perdesi Altında Merhamet Yüklü Bir Umre Hatırası
Miladî 2000 tarihinde, 90 yaşın üstünde olan ağabeyim Hicaz’a gitmek istedi. Ona yardımcı olmak ve bir hizmetinde bulunmak için ona refakat etmek istedim. Henüz beş yıl araya girmeden (bir önceki hac vizesi ile) Suudi’ye diyanet hac vizesi vermediği için, Umreye götürmek üzere bir şirket aramaya mecbur olduk. Hangi şirketle gitmemizin daha uygun olacağını sorduğumda bir tanesini tavsiye ettiler. Pasaportlarımızı resimlerimizi şirkete teslim ettik. Pazarlığımızı da yaptık. Henüz gitmezden evvel İstanbul’da bir dostumuzun yazıhanesinde iken Hac ve Umreden bahsedildi. İşittiğime göre o yazıhane sahibi dostumuza hac vizesi alamadığımız için Umre yolu ile gitmek için pasaportlarımızı şirkete verdiğimizi söyledik. Sarahaten işittiğime göre “Umre vizesi yok, Hac vizesi var” dedi o dostumuz. “Umreye gidenlerden 1000 dolar teminat alıyorlar” dedi. Bunun üzerine telefon açtım. “Bizim pasaportumuzu şirketten alın. Bize hac vizesi veriyorlar. Hacca gideceğiz” dedim. Pasaportlarımız geldi. Götürüp o dostumuza verdiğimde dedi ki “Umre var, hac yok dedim” dedi. Ben hayrette kaldım. Eğer Umre olsaydı, zaten önceki şirketten pasaportumuzu almayacaktık. Acaba, bir hile falan mı yapılıyor diye şüphelendim. Fakat o zaman yanımızda bulunan arkadaşlar da dediler ki “evvel size hac vizesi yok, umre vizesi veriliyor, demişti” dediler. Ben kendilerine “peki niçin o zaman bana durumu açıklamadınız?” dedim. “Vallahi o an sanki dilimiz tutuldu. Hiç bir şey konuşamadık” dediler.
Bunun üzerine kendi kendime “bu işte bir hikmet vardır. Bakalım nasıl olacak” dedim. Pasaportları, parayı onlara verdim. Umre için bize vize aldılar. Ramazan’ın 20’sinde Umreye gittik. Önce Medine’de indik. Ramazanın 29’unda Medine’den Mekke’ye gidip Umre yaptık ve İhramdan çıktık.
Ramazan bayramından 3-4 gün sonra Harem-i Şerif’e yakın olan oteller, evler umreye gelenleri kabul etmez oldular. Şiddetli bir yasaklanma getirilmişti. Umre için gelip, Hacca kalanların tesbit edildiği oteller, evler kapatılıyor ve sahiplerine ceza veriliyordu.
Şirketimiz, hacılarını alıp, Aziziye’de kapalı bir otelde yer temin etti. “Buradan çıkmayacaksınız, Camiye dahi gitmeyeceksiniz. Yemeklerinizi ev sahibinin hizmetçisi getirip, götürecek” diye tembih ettiler. Orada hacılarla şirket görevlileri arasında zaman zaman münakaşa oluyordu. Hacılar “niye böyle hapis muamelesi görüyoruz?” diye şikâyet ediyorlardı. Şirket ilgilileri bana kendilerine (hacılara) tavsiye ve tembihlerde bulunmamı istediler. Onlara, yasaklama olduğu için Suudi yetkililerinin Umreye gelip, böyle kaçakları gördüğünde alıp memleketlerine gönderdiğini, mecburen böyle davranmak zorunda olduklarını anlatmamı istediler.
Şirketle giden 68 kişi idik. Tutulan otel hep bize tahsis edilmişti. Otelin alt katını mescit yapıp, orada namazlarımızı kılıyorduk. Günde 3-4 saat Akide, fıkıh, tasavvuf konularında bu hacılara ders vermeye başladım. O esnada otel sahibi ile kayınbiraderi Faysal Cadullah bizim ziyaretimize geldiler. Faysal Cadullah beni ve ağabeyimi görünce çok büyük bir muhabbet, sevgi, saygı ve alaka gösterdi. Bize dedi ki “sizi evime götüreyim. Evimde size müstakil yer vereyim, orada kalın. Sizi kendi arabamla Harem’e götürüp, getirtirim. Benim arabamı asker-polis-görevli hiç kimse kontrol etmez” dedi. Ben de cevaben: “Müstakil banyo tuvaleti olan bir yer ve bizim hizmetimizi görecek vardır. Bu hacılara da dersler veriyorum. Bunlardan ayrılmak istemiyorum” dedim.
O sırada dostlarımızdan Seyyid Tarık isimli, Ciddeli Avrupa ve Amerikalı hacılara delillik yapan şahıs bize dedi ki “Ben size ilame almak için valiye gittim. Fakat vali sizi görmek istiyor. Beraber valiye gidelim. Fakat sen hiç konuşma, ben konuşurum. Söylenmesi gerekeni ben söylerim” dedi. Bunun üzerine Seyyid Tarık’la beraber valiye gittik. Selam verdik. Bize yer gösterdi. Oturduk. Vali, çeşitli yerlere telefon ettikten sonra, bizden fotoğraf istedi. Fotoğrafları verdik. Kaç gün sonra bize ikamet kâğıtları verildi. Artık ağabeyimle beraber serbest serbest Mescid-i Haram’a gider, namazlarımızı kılar, sonra gelir, kaldığımız otelde hacılarla dersimizi yapardık.
Orada bir ay kaldıktan sonra, şirket sahibi başka bir mekâna nakil istedi. Zira bu yeri (oteli) bir aylığına tutmuşlardı. Sıkı sıkı denetim yapıyorlardı. Umreye gelip kalanları yakalayıp, geri memleketlerine gönderiyorlardı. Bizim önce anlaşıp ta ayrıldığımız şirketin tüm hacılarını geri gönderdiler. Çok sıkıntı verdiler bu yıl.
Şirket sahibi, barınacak yer arıyordu, fakat bir hafta kadar bulamadı. Ev ve otel sahipleri kuşkularından yer vermiyorlardı. Bilahare “yer buldum” diye geldi. Hacıları alıp yeni bulduğu otele nakletti. Gidip oteli gördük. Ne görelim? Odalar balık istifi minderlerle doldurulmuş, hatta namaz kılacak yer bile kalmamış durumdaydı. Her hacıya ancak bir minderlik yer veriliyordu. Öyle tahmin ettim ki 30-40 kişiye ancak bir tuvalet mümkün olabiliyor. Ben bu durumda idare etsem bile, yaşlı ağabeyimin idare etmesi mümkün değildi.
Bu sebeple kendimize başka bir yer aramaya karar verdik. İkamemiz vardı. Herhangi bir korkumuz yoktu. Bu durumdan nasıl haber aldığını bilmiyorum, Faysal Cadullah çıka geldi. “Artık zamanı gelmiştir. Bize gideceğiz” dedi. Bizi alıp evine götürdü. Bize tahsis ettiği yeri gösterdi. İki karyolalı bir oda, mutfak, banyo, tuvalet müstakil, yerleri halı serili vaziyette idi. “Burası size mahsustur. Size kimse gelmez, karışmaz” dedi. Hanımı da geldi. Aslen Kıbrıslı olup Türkçe, İngilizce, Arapça biliyordu. “Burası merhum annemin yeridir. Ne mutlu bana ki sizi burada misafir ediyorum. Sizden başka kimse buraya gelemez. Burası size aittir” dedi. Hizmetçilerine emretti. Büyük bir buzdolabı da getirdiler. Bize “iki tane çamaşır makinemiz var. Çamaşırlarınızı verin, yıkayalım” dediler. “Günde üç öğün yemek bize çok gelir, iki öğün olsun” ricasında bulunduk. Kendilerine dedik ki: “Bize çok misafirperverlik yapıyorsunuz. Her ihtiyacımızı görüp rahatımızı sağlıyorsunuz. Müsaade ederseniz, yemeklerimizi biz dışarıdan kendimiz halledelim” dedik. “Öyle şey olur mu? Siz bizim misafirimizsiniz. Bir ay değil, sizi bir sene misafir etmek isteriz. Siz babamız yerindesiniz” diye cevap vererek teklifimizi kabul etmediler. Hülasa en yakın bir evlat, akraba gibi bize davrandılar. Hatta kızları, gelinleri oğulları diğer yakınları bile bize yakın bir akrabalar gibi muamele edip, saygı sevgi gösterdiler. Bir buçuk ay kadar orada kaldık. Hep aynı şekilde hizmet, ikram ettiler. Gelinceye kadar aynı sevgi saygı ve hizmeti gösterdiler. Allah onlardan razı olsun. Kendilerine ve kendimize din ve dünya saadeti vermesini Rabbimizden niyaz ve temenni ederiz. Hatta bize dediler ki “bir dahaki gelişlerinizde şirkete falan yazılmayın. Müstakil gelin. Cidde’de iner inmez, bize telefon edin, gelir sizi alır, misafir ederiz” diye sıkı sıkı tenbih ettiler.
Biz otelden ayrılıp Faysal Cadullah Beyin evine gittikten sonra, kafile arkadaşlarımızı oradan da çıkarmışlar. Üç aylık umreci olduklarını anlayınca önce bilemedikleri için onlara yer vermişlerdi. Hatta bir hafta kadar bu kafile arkadaşlarımız Beytullahın içinde yatıp kalkmak zorunda kaldılar. Normal hacılar gelince, onlara karışıp öylece vaziyeti idare ettiler. Bayram yapıp, gerekli menasiki tamamlayınca, Türkiye’ye döndük.
Umre Ziyareti ve İcazet Verişim
2OO6 yılında umreye gittim. Orada Muhammed Mecdi Mekkî, Abdulfettah Ebu Ğudde’nin oğlu Fettah, Muhammed Avvame ve oğulları ve daha birçok âlimlerle görüştüm. Onlar benden ilmî icazet istediler. Ben onlara dedim ki:
-Size icazet vermeğe haya ederim. Sizlerle fazla beraberliğim olmadı ama gerçekten büyük âlimlersiniz. Ben size nasıl icazet veririm?
Onlar beni tanıdıklarını ve bunu arzu ettiklerini söyleyince ben;
-Öyleyse istihareye yatayım, ona göre karar vereyim, dedim.
O sene kimseye icazet vermedim. Ertesi yıl, Muhammed Mecdî Mekkî’ye ve Muhammed Avvame’ye icazet verdim. Onlarla birlikte bazı âlimler de gelmişlerdi. Ayrıca Pakistanlı Dr. Muhammed ikbal da hem ilmî hem de tarikat icazeti aldı. Ki kendisi Riyad’da müderris olup aynı zamanda hafız, fakîh, muhaddistir.