Bu defa hedefim yakın Asya ülkeleri idi. İran’a gitmemizin nedeni ise Almanya’da Cemalettin Kapla ile İran konusunda tartışmalar yaptık. Bunun üzerine bana İran’ı gidip gör ondan sonra kararını ver dedi. Ben de hak verdim ve İran’a gitmeye karar verdim.
Tahran, Karaçi, İslâmabat, Peşaver’e biletimi aldım. Ve İstanbul’dan Tahran’a gittim. Tahran’a gece yarısı vardım. Fakat karşılaştığım ilk muamele hiç de hoş değildi. Görevlilerin tavrı, valiz ve eşyaları hırpalamaları, rast gele savurmaları beni üzdü.
Kendisine gitmeyi düşündüğüm Selahattin Eş’in telefonu cevap vermeyince taksi ile bir otele gitmeye karar verdim. Selahattin Eş, Türkiye’den İran’a hicret etmiş birisiydi. Ama burada şii olmuştu. Taksici, bana, yabancı paraların geçerli olmadığını, eğer bende yabancı para varsa kendisine vermemi, bildiği bir yerde İran parasına çevireceğini söyledi. Ben kendisine yirmi dolar verdim. Adam parayı alarak bir yere gitti. Az sonra geldi ve:
-Bu para yetmiyor, dedi.
Ben yirmi dolar daha verdim. Adam parayı aldı gitti, az sonra geldi:
-Bu para da yetmiyor.
Ben yirmi dolar daha verdim. Gitti ve biraz İran parasıyla geldi. Ardından otele gitmek için taksiye bindim. Fakat taksici beni dolaştırıyordu. Mahallenin birisine geldi. İndi, bir yerlere gitti. Daha sonra başka bir mahalleye geldi, yine indi. Ben, taksicini niyetinin kötü olduğunu düşündüm ve arabadan inmeye karar verdim. Fakat kapı kapalıydı. Ben de öne geçtim ve ordan taksiden indim. Bu sırada şöför geldi. Benim indiğimi görünce
-Niçin indin? diye sordu
-Sen beni dolaştırıyorsun. Bu nedenle indim diye cevap verdim
-Hayır! Ben ucuz misafirhane var onu arıyordum.
-Kim sana beni misafirhaneye götür dedi.
Bu şekilde konuştuk ve tekrar taksiye binip otele gittik. Ertesi gün, şoförün benden, normalin on katı ücret aldığını öğrenecektim ama yapacak bir şey yoktu tabi. Gerçi bu gibi olaylara dünyanın her ülkesinde rastlanabilir ama Müslüman bir ülkede bunun olması canımı sıktı.
Oteli daha önceki kaldığım otellere kıyaslıyarak bir fiyat çıkardım. Ama benim çıkardığım fiyatın çok altında bir ücret talep ettiler. Çok ucuzdu. İran kadar ucuz bir memleket görmedim.
Selahattin Eş’e ulaşamayınca başka insanlarla görüşmeye başladık. İran’da kaldığım müddetçe pek çok molla, ayetullah, aydın ve oraya sığınmış mücahid/mültecilerle görüştüm. Bu insanları ben üç kısma ayırdım. Bir kısma rejimi tam anlamıyla destekleyenler, diğeri karşı olanlar üçüncü grup da normal bakanlarda. Bize çok yakın ilgi gösterdiler. Sağ olsunlar, bizi yalnız bırakmadılar. Daha sonra Selahattin Eş’e ulaştık. O benimle yakından ilgilendi. Tabi bu arada bazı işgüzarlar (görevli olanlar) da bizi yalnız bırakmıyorlardı.
Bazı kimselerle görüştük. Bunlar İranlıydılar ama Vahhabi olmuşlardı. Bizi onların yanına götürdüler. Yanına gittiğim kişinin abisi rejim tarafından öldürülmüştü. Bana şunu anlattı: Hümeyni başa geçince bizi Şah zamanında Cuma namazı kıldığımız için yargıladılar. Bize
-Siz Şah zamanında Cuma namazı kılmışsınız. Halbuki Cuma namazı kılmak için imam-ı masumun olması gekir. İmam-ı masum yokken nasıl kılarsınız. Kim size izin vermiştir?
-Bize Allah izin verdi.
Bizim bu cevabımız üzerine abimi idam ettiler, demiştir. Bize ayrıca, Hümeyni’nin televizyonda üniversitedeki kızlarla mute etmemizi, muteden geri durmamazı tavsiye ettiğini anlattılar. Ayrıca, Hümeyni televizyonda şunları söylemiştir: “Peygamber vefat edince Cebrail Fatma’ya teselli vermek için gelmiştir. Cebrail’in söylediğini Fatma Ali’ye söylemiş, Ali bunu yazmıştır. Bu yazılan mushafa da Mushaf-ı Fatıma denir.” Demiştir. Tabi bunlar muhaliflerin görüşleriydi. Ne derece doğru olduğunu tetkik etme imakınımız olmadı.
Bu arada bazı kimseler ellerinde bazı kitaplarla zaman zaman yanıma geliyorlar, Pakistan veya bilmem nereli bazı yazarların sahabeyle ilgili zemmedici ifadelerini bana okuyorlardı. Sahabenin aleyhine kendi fikirlerini desteklemek için Sünni (?) bazı yazarların sözlerini delil olarak getirmeleri, bu tartışmayı açmaları beni çok rahatsız ediyordu.
***
İran’da üç taife kimseler gördüm. Bazıları aşırı Humeyni aleyhtarı, bazıları da aşırı taraftarı, bir kısımları da mutavassıt idiler.
Tahran’da Kadı’l-Kudât: Hâkimler Yüksek Kurulu Başkanı, beni evine davet etti. Kendisi çok nazik, tatlı tatlı konuşan biriydi. Geç saatlere kadar evinde kalıp birçok sorular sordum. Fakat doğru dürüst yani tatmin edici cevaplar alamıyordum. Mesela Mut’a nikâhını sorunca şu cevabı verdi:
-Efendim mut’a nikahını gerçekleştirmenin çok ağır şartları var. Kim onları yerine getirip de mut’a kıyacak.
-Siz dokuz hanıma kadar evliliğe izin veriyor musunuz?
-Biz bir kadınla başa çıkmakta zorlanırken nerde kaldı dokuz kadınla evlenmek?
Benim sorularıma hep bu şekilde kaçamak cevaplar veriyordu. Ben de fazla üstelemedim. Sünnilerle Şiiler arasındaki ihtilaflar, bunların çözümü, ayrılıkların fazla gündeme getirilmemesi noktasında fikir alışverişinde bulunduk, ortak kanaate vardık. Vaktin epey ilerlediğini geç fark ettik.
-Bu gece gitme bizde misafir kal, teklifinde bulundu. Ben otelde yer ayırttığım için kabul etmedim.
-Otele alıştım, teşekkür ederim, dedim.
Kimsede kalmak istemiyordum. Daha doğrusu kendimi tarafsız gösteriyordum. Her hangi bir gurubun adamı olarak görülmek istenmiyordum. Bana
-Humeyni ile görüşmek ister misiniz? Diye sordular.
Ben görüşmek istemedim. Eğer görüşmek isteseydim bunu ayarlayabileceklerdi. Fakat ben Humeyni ile görüşürsem bunu kamoyuna “Humeyni’ye biat etti” şeklinde yansıtacaklarından korktum. Bu nedenle kabul etmedim.
***
Burada bir hafta kalmayı planlamış ve ona göre bilet almıştım. Fakat ayrılmama müsaade etmediler. Gerek Ayetullahlar, gerekse bazı tanıştığım Türkler; bileti değiştirip üç haftaya yakın kalmamı sağladılar. Rabbani’nin mücahitleri vardı. Orada onları da ziyaret ettim. Günlerimizin çoğu mücadele ile ve üzüntü ile geçiyordu. On dokuz gün süren İran seyahatim acı tatlı yönleriyle sona erdi.
İslam için mücadele eden tüm şahıs ve ülkelerin muvaffak olmasını Cenab-ı Allah’tan temenni ederek bu bahsi kapatmak istiyorum.
İRAN KONUSU (Bu kısımdaki yazılar bana ait-İbrahim Halil ER)
Bu Seyahatler içinde Türkiye’de en çok dikkat çeken belki de İran izlenimleri oldu. O dönemde Türkiye’de bir İrancılık furyası vardı. Doğuda da Hizbullah’ın güçlendiği dönemlerdi. İslami camiada kimsenin İran’ı kolay kolay eleştiremediği günlerdi. Babam, İran’a gitmeden önce hüsnüzan besliyordu. En azından siyasi alanda tasvip ediyordu. Fakat İranı gidip gördükten sonra gerçeklerin başka türlü olduğunu gördü ve bunu tüm sohbetlerinde anlatmaya başladı. İran’ın amacının İslam değil Şiilik olduğu, İslam dünyasında Şiiliği yaymaya çalıştığını, İslam dünyasını tekrar bir mezhebi çatışmaya sürükleyebileceğinden bahsetmeye başladı.
Onun bu konuşmaları tabiki İrancıların tepkisini çekecektir. Onlar da ellerindeki medyada karalama kampanyasına başladılar. Zaten en iyi bildikleri çamur at, tutmazsa izi kalır misali bir propagandanın içine girdiler. Önce, İran’a gitmeden önce kendisiyle İran ile ilgili yapılan bir ropörtajı okuyacaksınız. Ardından İrancı bir dergide aleyhinde yazılan bir yazı ve bu yazıya yazılan cevabı okuyarak olayı değerlendirmiş olacaksınız.
ŞİİLİK VE İRAN İLE İLGİLİ YAPILAN BİR RÖPÖRTAJ[1]
Milli Gazete, 9-10 Ağustos 1985, Röpörtajı Yapan, Fatih AĞAN, Ankara
Özellikle İslam dergisindeki fıkhi meselelerle ilgili yazılarıyla okurların aşina oldukları Emin Er hoca ile, bir süre önce yine bu sütunlarda yayınladığımız Hucctü’l İslam Ahmed Sabri Hamedani ile yaptığımız mülakattaki konular üzerine konuştuk. Sözünü ettiğimiz konuşmada geçen hususlar bir bakıma Ehli Sünnet nazarından yaklaşmak istedik.
M.Emin Er Hoca, son zamanlarda ülkemizde yetişen değerli Ehli Sünnet alimlerinden biridir. Aşağıda kendi ifadeleriyle vereceğimiz biyoğrafisinde de görüleceği gibi, “Kur’an-ı Kerim cüzlerinin ceket altlarında saklanarak gezildiği, İslam tedrisatının Jandarma kontrolünde yasak edildiği” bir devirde çeşitli zorluklarla okumuş, ders vermiş ve sayısı belirsiz çoklukta öğrenci yetiştirmiş bir alimdir.
…..
Ankara’da ikametine devam eden, 7 çocuk babası M. Emin Er Hocaefendi’yi konuşmak için evine yaptığımız ziyarette kitaplarının arasında bulduk. Bir tevafuk sonucu, Şia alimlerinden birinin eserini tetkik ederken gördüğümüz hocamızla, yukarda da belirttiğimiz gibi Şiilik ve Ehli Sünnet arasındaki bazı meselelere ana hatlarıyla değinmek istedik. Konuların bu sütunlarda duyurunca ve ayrıntılı şekliyle sunulması takdir edilir ki uzun zaman geniş bir yer alır. Bu itibarla kısaca vermeye çalıştığımız meseleleri, daha geniş araştırmalara vesile olmasını dileyerek sunuyoruz.
Soru: Şiilik ve Ehli Sünnet nedir, nereden kaynaklanmaktadır?
Cevap: Şii, kelime itibariyle taraftar, yardımcı taife manasına gelmektedir. Bu kelime Kur’an-ı Kerim’de de vardır. Bir peygambere tabi olanlar “…peygamberin şiileri” denilirdi. Hz. Ali’yi sevenlere, O’na tabi olanlara şii denilmiştir. Şiiliği kısaca Ehli Beytin ifrat dercede sevilmesidir diyebiliriz.
Peygamber Efendimizin vefatından sonra sahabilerden bazıları hilafete Hz. Ali’i daha layık görmüşlerdi. Ancak Hz. Ali’yi hilafete layık görenlerle diğer sahabiler arasında büyük ölçüde bir ihtilaf doğmamış ve ekseriyet Hz. Ebubekir’e biat etmişlerdi. Yani o sıralarda bir Şiilik davası zuhur etmemişti. Ancak Hz.Ali’nin hilafeliğini isteyenler, manen Şiiliğin esasını teşkil etmişlerdi. Şiiliğin tesmiye ile zuhuru, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında cereyan eden olaylardan sonradır. Hz. Ali’ye bağlı olanlara asıl o vakit şii denilmişti.
Şiiliğin, şiilerin karşısında olanlara Ehli Sünnet denilmiştir. Ancak Ehli Sünnetin tesmiye edilmesi de o vakitlerde değil, daha sonraları, Mutezile’nin zuhurundan sonra ortaya çıkmıştır. Bütün sahabileri itidal derecede seven, aklın her şeye vakıf olamayacağını, şeriatın iyi dediği iyi, kötü dediği kötüdür inancını taşıyan, tabirden de anlaşılacağı gibi sünnete bağlı olanlara Ehli Sünnet denilmiştir.
S: Şiilerin Ehli Sünnetten ayrıldıkları başlıca itikadi ve ameli hususlar nelerdir?
C: Şiilerin Ehli Sünnetten ayrıldıkları ilk nokta Hz. Ali’nin hilafeti konusudur. Şiiler Hz. Ali’nin Peygamber Efendimizin vasisi olduğunu ve peygamberden sonra hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu kabul eder. Ümmetin en eftalinin Hz. Ali olduğunu, Hz. Ali’nin hilafetinden sonra hakkın Hz. Hasan, Hz. Hüseyin daha sonraları da Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Caferi Sadık’ın olduğunu söylerler.
Caferi Sadık’tan sonra şiiler 20 taifeye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları küre kadar gitmişlerdir. Küfre girmeyenler Ehli Ehva, Ehli Biad denilmiştir. Bunlar Ehil Kıble olarak kabul edilmiştir.
S: 20 Taife içinde Ehli Sünnete en yakın olan hangisidir?
C: Ehli Sünnete en yakın olan Zeydiye’dir. Zeydiye’nin kurucusu olan Zeyd, Zeynel Abidin’in oğlu ve Ebu Hanife’nin hocalarındandır. Bu mezhebin salikleri sahabileri sverler. Mezheplerinde bulamadıkları konularda Ebu Hanife’yi taklit ederler. En yakın bunlardır.
S: Evet farklılıklar efendim?
C: Şiilerin kendi aralarında birleştikleri, fakat Ehli Sünnetten ayrıldıkları ilk nokta hilafet konusudur. Onlar hilafetin seçimle değil, irsiyetle olduğu görüşündeler. Halifeliğe en layık Hz. Ali, daha sonra Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve diğerleri… Bu itikatta kendi aralarında birlemektedirler.
Ehli Sünnete göre ise irsiyetle değil, seçimledir. Müslümanların çoğunluğu kimi istiyorlarsa, kimi uygun görüyorsa; büyük suleha ve ulemanın tamamı veya ekseriyeti kimi uygun görüyorsa onunun seçilmesi gerekir. İtikat bakımından Ehli Sünnet ile Şia burada ayrılmaktadırlar.
Ehli Sünnet İmamları itikatta, Eş’ari ve Maturudi, amelde de Ebu Hanife, Şafii, Hanbeli ve Maliki’dir. Şiiler ise; Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Muhammed Bakır, Caferi Sadık ve diğerlerine bağlıdırlar. Şiiler, Ehli Sünnetten daha ziyade imamlarına mutidirler. Kendi imamlarından gelen şeylere, rivayet ettikleri şeylere kati surette riayet ederler. Ehli Sünnette böyle değildir. Ehli Sünnet, ravileri seçer, adaleti, tarihi hayatı nasıldır diye araştırır. Şiiler böyle yapmaksızın Ehli Beytin naklettiklerini hemen kabul ederler.
Hadislerin rivayetlerinde, şii imamların masum kabul ettiklerinden dolayı onların rivayet ettiklerinin tümünü kabul ederler. Halbuki Ehli Sünnet, rivayet silsilesini araştırır, kesin olanları alır, olmayanlara munkatidir der. Yani bir hadisin sahih, mevsuk olup olmaması konusunda Ehli Sünnet tahkik ederken, hatta tartışma yaparken, Şiiler kendi imamlarından rivayet edilmişse -onların masumiyetine inandıkları için- kati sağlam nazarıyla bakarlar. Görüldüğü gibi Şiiler İmamlarına muti olmaları sebebiyle bir hadisin sağlamlık derecesini araştırmaya gerek görmezler.
S: Ameli yönden farklılıklardan biri, mesela namazda kıyamdayken ellerini bağlamayıp yana salıvermeleri… Bunun hükmü nedir?
C: Bilindiği gibi namazda el bağlamıyorlar. Bunun bir mahzuru yoktur. Malikiler de bağlamıyor… Üç mezhep elleri bağlarken onlar salıyorlar. Çünkü, ellerinin bağlanması bir nassa dayanmıyor.
Abdest konusunda bir farklılık var. Şiiler ayakları yıkamayıp sadece mesh ediyorlar. Konu ile ilgili ayeti kerimeyi öyle tefsir ediyorlar. Buna karşılık Ehli Sünnet, ayakların yıkanmasını farz olarak kabul etmektedir. Ayrıca ayağa met giymezler. Giydiklerinde de yine onu çıkarıp ayağı mesh ederler.
Bunların benzeri farklılıklar var. İmam masum olacaktır şiilere göre. Ehli Sünnete göre ise değildir. Ve benzeri ayrılıklar… Fakat onları küfre görecek şeyleri yoktur. Zekat Ehli Sünnette var, onlarda da var. Hac, Ramazan orucu Ehli Sünnette de var, şiilerde de. İçki, kumar, zina Şiilerde de, Ehli Sünnette de haramdır. Böyle bir çok konuda ihtilaf yoktur. Fakat bazı içtihadi farklılıklar vardır.
S: Efendim çok koşulan bir husus da Şiilerin namazda taş üzerine secde etmeleri. Bu konudaki düşünceleriniz?
C: Hac sırasında bir şii alimiyle karşılaşmıştık. Ona “niçin taşı takdis ediyorsunuz? Neden taşa secde ediyorsunuz? Kerbela’dan getiriyorsunuz?” diye sormuştuk. Bize cevaben dedi ki; “Bu taş değil topraktır. Ayrıca Kerbela’ya da ait değildir. Nereye ait olursa olsun bizim için fark etmez. Yeter ki toprak olsun.” Bu arada bıçakla elindeki taşı kazıdı. Taş sandığımız şeyin toprak olduğunu gördük. O devam etti: “Namazda insanın alnının toprağa gelmesi daha eftaldir. Bunun için biz toprak üzerine secde ediyoruz.” Bu, Ehli Sünnette de böyledir. Yani yer temiz olursa, toprak üzerinde kılmak daha eftaldir. Mesela namaz kılınacak temiz toprak üzerinde eğer rahatsızlık verecek bir şey yoksa alnın toprağa gelmesi daha eftaldır. O zat, işte bu suale bu şekilde cevap vermişti. “Toprak üzerinde namaz kılmayı daha eftal gördüğümüz için, yanımızda taşıdığımız toprağı secde yerine koyuyoruz. Alnımızın toprağa değmesiyle meydana gelecek sevaba nail olalım. Namazın sıhhatiyle ilgili değil, yani bu olmadan da namaz sahih olur inancına sahibiz.”
Aynı zat, bazen su bulamadıklarında yanında bulundurdukları toprak parçasını bıçakla kazıyarak teyemmüm ettiklerini de söylemişti. O zatın verdiği cevapta görüldüğü gibi bunda bir tapınma maksatları yok ise de böyle bir uygulama Asrı Saadette de yoktur. Dolayısıyla netice itibariyle yaptıkları bidaattır.
S: Efendim, Resulullah (sav) zamanında namaz kılınan yerlerde halı, kilim ve benzeri şeyler yok muydu? Yani toprak üzerinde mi namaz kılınıyordu?
C: Evet. Bilindiği gibi Peygamber Efendimizin ilk namaz kıldıkları Mescidi Nebevi’de yerde kılınıyordu. Yani toprak üzerinde. Bilahare hasır serildi. Şimdilerde ise halı… Giderek daha fantezi oluyor.
S: Şiilerin Hz. Ali (ra)’ye buyurdukları büyük sevginin tezahürlerinden birisi de ezanda okudukları “Aliyyün Veliyullah” ifadesinde görülüyor. Bu cümleyi okumalarının sebebini “Biz Hz. Ali’yi ne Allah, ne de Allah’ın düşmanı olarak kabul edenlere katılmadığımızı belirmek için Ali Allah’ın dostudur” diyoruz şeklinde açıklıyorlar. Bu konuda sizin görüşleriniz?
C: Ala külli hal, ezanda Aliyyun veliyullah demeleri; sadece bidaattan sayılır. Küfre mucip bir ifade değildir. Mana itibariyle veli olması da haktır. Yani Ali Allah’ın velisidir. Fakat namazda, ezanda söylenmesi bidattir.
S: İranlı Müslümanların Ehli Sünnet’e yakınlıkları ne derecededir?
C: Onlar sahabilerin bir çoğunu sevmiyorlar. Hz. Ali’nin tarafını tutmayanları, Ali ile harb edenleri sevmiyorlar. Hatta avamdan olanları içinde sahabilere dil uzatılması vakidir. Onlarca Hz. Ebubekir Sıddık’ın, Hulefa-i Selesenin halifelikleri hak değildir. Yine onlarca hak, sahibi olmayanlara verildiği için bir haksızlık yapılmış, Ehli Beyte zulmedilmiştir. Böyle demektedirler. Yalnız bu inançları onları küfre sokmamaktadır. Ehli Beyti sevmek konusunda ifrata gitmişlerdir. Esasen Hz. Ali’yi çok sevmelerinden dolayı diğer sahabileri sevmemektedirler. Sahibileri seviyoruz deseler de sözlerinde takiye vardır.
S: Takiye nedir efendindim?
C: Kur’an’dan anlaşıldığına göre, bir zaruret halinde müsamahat göstermek, kalben ise aksini düşünmek.
S: Bir de Mut’a Nihakı meselesi var. Bu nedir efendim?
C: Şiilerin caiz gördükleri ve bedel karşılığında yapılan geçici nikahtır. İslamiyetin bidayetinde, İslam henüz zayıf iken hücumlar oluyordu. Sahabiler evlenmek, aile kurmak gibi şeylerle meşgul olsalardı harplerde muvaffak olamayacaklardı. İşte o sıralarda zarurete dayanılarak mut’a nikahı caiz görüldü.
Bu nikah, bir iki ay mühlet için bedel karşılığında bir kadınla muvakkaten nikahlanmaktı. Müddet dolunca birbirlerinden ayrılıyorlardı. Hayber gününde Peygamberimiz bunun haram kılındığını bildirdi. Yani sahabiler kuvvetlendiğinde Mut’a nikahı haram oldu. O sıralarda İbni Abbas, (bir rivayete göre Peygamberin Mut’a nikahını yasakladığını işitmiştir.) geç zamana kadar Mut’anın geçerli olmadığı konusunda nassın olmadığına kaildi. Bundan dolayı nikahın geçerli olması yönünde fetva verirdi. Bilahare sahabilerden bazıları İbni Abbas’a “Halk senin fetvalarla geçici nikah yapıyor. Oysa biz Peygamber’den Mut’a nikahının men edildiğini duyduk” demeleri üzerine sabittir ki, İbni Abbas düşüncesinden dönmüştür. Şiilere göre ise İbni Abbas dönmemiş, bu sözlere muhalefet etmiştir. İşte buna dayanılarak şimdiye kadar şiilerce caiz görülmüştür. Şu an bilmiyorum ama, Humeyni’nin bunu İran’da kaldırdığı söyleniyor.
Bu düşünce de küfre mucip değildir. Çünkü bir sahabinin kavline dayanıyorlar. Ehli Sünnete göre İbni Abbas’ın da kararından rücu ettiği sabittir. Ehli Sünnet, 4 mezhep, İbni Abbas’ın da rücu ettiği ve bu nedenle Mut’a nikahının haram olduğunu kabul etmektedir.
S: Ayetullah Humeyni hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenebilir miyiz?
C: Hz. Ömer (ra)’in buyurduğu gibi, bir insan biriyle münasebet içinde olmazsa, komşuluk yapmazsa onu yakından tanıyamaz. Humeyni’yi yakından tanımıyoruz. Fakat bazı eserlerini gördük, okuduk. Bu eserlerinden biliyoruz ki alimdir. İslamiyete hizmeti olan ve hizmet etmek isteyenlerdendir. İnşaallah Şiilik taassabu içinde değildir. İyi tarafı şudur ki, İslam’ın hükümlerini icra etmek için cihat etti.
S: Müceddid olduğun söyleniyor.
C: Böyle söylenmesinin bir mahzuru yoktur. Müceddid dünyada bir tane değildir. Hatta her memlekette bir müceddidin bulunması mümkündür. Müceddid bilindiği gibi bidaatları kaldırır. Bazı terkedilmiş ahkamları yeniden ikame eder. Şiilere göre belki de müceddittir.
S: Teşekkür ederim efendim.[2]
(İran konusundaki bu görüşleri daha sonra değişikliğe uğrayacaktır. Aşağıdaki yazılarda bunu görebilirsiniz.)
Mehmet Emin Er Hoca Neyin Nesi?[3]
(Şehadet Dergisi, Sayı:6 Tarih; 15 Haziran 1988)
(Şehadet Dergisi dönemin İrancıların bir dergisi olup, babamın İran ile ilgili yaptığı değerlendirmelerin etkisini azaltmak ve itibar suikastına uğratmak için aleyhine bir karalama kampanyası açtı. Önce bu derginin yazdığı hezeyanları burada yayınlayacağız, ardından ona verdiğimiz cevapları ekleyeceğiz. Okuyucu bu yazılarla dönemin İslamcıların ruhi durumunu daha iyi anlamış olacaktır. İHE)
Sayın okuyucularımız;
Geçen sayıda yayınlayacağımızı söylediğimiz bu yazıyı, bazı gecikmeler yüzünden yayınlayamadık, özür dileriz.
Ankara’da İslam dergisi camiasında yer alan ve kendisinden özellikle fıkhi meseleler çerçevesinde istifade deline Mehmet Emin Er hoca’nın İran İslam Cumhuriyeti hakkında takındığı menfi tavrın arka planının, dolayısıyla bu hoca efendinin fikri ve şahsiyetini bazı örneklerle ortaya koymak istiyoruz. Meselenin arka palanının ve hocanın fikir ve şahsiyet yapısının tahlil edilmesiyle gözünüzün önünde canlanacak olan bir “tip”in benzeri yüzlerce tip için bir “örnek” teşkil ettiğini hatırlatmayı gerekli görürüz.
Hoca efendi bir grup öğrencinin hazır olduğu bir toplantıda konuşurken kendine İran hakkında soru sorulduğunda cevap olarak şunları söylemiştir:
-İran’ı sevmek zorundayız. Çünkü Humeyni Ehl’i Beyt’tendir. (yani Peygamberimizin soyundandır.) Böyle olmamış olsa bile büyük bir alim olduğu için sevmek zorundayız. Böyle olmamış olsa bile ikibin beşyüz yıllık şehinşahlık düzenini yıktığından, açık saçıklığı, içkiyi, kumarı kaldırdığından yine sevmek zorundayız. Bazıları tekfir ediyorlar. Allah korusun. Tekfir eden tekfir olunur. Onlar kıble ehlidir ve tekfir edilemezler. Ancak onlar için Bid’at ehlidir denilebilir. Fakat en az onlar kadar bizde de Ehli Bid’at vardır. Şu sokaklarda Ehli Sünnetim diye gezip dolaşanların çoğu Müslüman bile değildir.”
Hoca efendi İran ve İmam Humeyni hakkındaki görüşlerini ilk zamanlar söylüyordu. Ancak belli bir camia ile içli dışlı olunca ve özellikle Necmeddin Erbakan’ın başını çektiği, birçok önde kişinin bulunduğu bir topluluk ile Arabistan ve Kuveyt’e gidince, İran hakkındaki düşüncelerinde değişmeler görülmeye başlandı. Hoca Efendinin Arabistan ve Kuveyt gezileri kendisine yeni bir fikri yapı ve kişilik kazandırıyordu. Ve bu değişim çerçevesinde, bir takım teşebbüslerde bulunmaya başladı ve Avrupa gezisine çıktı, hemen bütün Avrupa’yı gezdi. Almanya’da Cemalettin Kaplan hoca ile görüştü ve onunla “bazı hususlarda” “mutabık” olmak için uğraştı ve fakat istediği gibi olmayınca bu kez Cemalettin Hoca için “saf, zavallı ve kandırılmış” ifadesini kullandı. Aslında Mehmed Emin Er hoca Cemalettin Hoca’yı “bazı husus”larda kandıramamıştı…
Hoca efendi dünya turunu sürdürüyordu ve Amerika’ya gitti. Amerika’nın dört büyük şehrini gezdi. Türkiye’ye dönüp iki üç hafta kaldıktan sonra tekrar dünya turuna çıktı ve bu kez’de İran, Pakistan, Bengaldeş, Afganistan, Hindistan, Arabisan ve Mısır’ı kapsayan bir geziye çıktı. Buralarda en çok beğendiğinin Tebliğ Cemaati olduğunu belirtti. Onları övmektedir. Ayrıca General Erşad ve General Ziya’yı da çok sevmiş. Onlar hakkında, “onlar da don gömlek giyiyor, halk da. Halkla bütünleşmişler” dedi. Ayrıca “Çölü yeşertmişler, şehirlerin ortasında büyük büyük havuzlar yapmışlar. Kimisi yüzüyor, kimisi abdest alıyor, kimisi de kenarda serinliyor. Üç dört kişi bir bisiklete biniyor. Çok güzel bir şey vs.” diyor.
İran seyahatine geline. Onyedi gün bir otelde kalmış. Hükümetten ve alimlerden kimseyle görüşmemiş. Şunları söylüyor: “Otelde iki tane Humeyni muhalifi mollayla görüştüm. Bana kitaplarda Sünnilerle çelişen yerleri gösterdiler. İyiki önce muhaliflerle görüştüm. Çünkü muhabbet duyan insanı kandırırlar, akı kara, karayı da ak gösterirler. Daha sonra bir de mutavassıt (bazı yönleri seven, bazı yönleri eleştiren) biriyle görüştüm. Biraz daha malumatım oldu. Sonra Tahran başkadısı haber almış bir akşam geldi beni evine davet etti. Ben “otelde daha rahat ediyorum, prensip olarak evlere gitmiyorum” dedim. O zaman “yarın öğle yemeğinde görüşelim meseleleri görüşürüz” dedi. Ben de olur dedim. Sabaha biraz dişim ağrıyordu, bahana olarak dişçiye gittim. Akşama kadar oralarda oyalandım. Akşam otele geldim, baktım gene beni bekliyorlar. “Hocam hani yemeğe gelecektiniz, geldik seni aradık fakat sen yoktun” dediler. Ben de “dişim çok ağrıdı eman vermedi, dişçiye gitmek zorunda kaldım” dedim, “ o zaman şimdi gidelim” dediler. “Yok ben akşamları gitmiyorum otelde rahat ediyorum” dedim ve buna iki soru sordum: “sizde neden dokuz evlilik caiz görülüyor?” Bana ayetten, hadisten, içtihattan bir şeyler anlattı. Diğer meseleyi şimdi hatırlıyamıyorum ve çekip gittiler. Biraz da bana gelmediğim için kızdı sinirlendi.
Bir mağazaya birşeyler almaya gittim. Orada çarşaflı bir kadın vardı. İki de bir sırıtıyor kıkır kıkır gülüyordu. O… gibi bir şey. Onların çarşaflıları bizim kabak (açık) başlılar kadar edepli değildir. İdare, başınızı kapatmazsanız, mağazanızı, kapatırız demiş, onlar da başlarını kapatmışlar. Devlet dairesinde çalışana da başınızı kapatmazsanız, işten atarı atarız demişler, onlarda başlarını kapatmışlar.
Gene tıbbi cihazlar satan bir yere gittim, kulaklık almak için. O anda yoktu gelecek dediler. “Kaç lira, parasını, bırakayım, gelince ayırın” dedim. “Şu kadar para ancak şimdi para almayız, gelince verirsiniz” dedi. Yarın gittim yine gelmemiş, ben yine para bırakayım dedim bu kez biraz daha yüksek fiyat söyledi. Ertesi gün gittim gene gelmedi. Yine para bırakayım dedi, hayır dedi ancak biraz daha yüksek fiat söyledi. Öğleden sonra gittim cihaz gelmişti. Fakat fiyatı biraz daha arttırarak bana sattı. İşte İran’ın kadını erkeği böyledir. Sadece kadınları kapalıdır o kadar. Bütün Pakistan ve Arap alimleri tekfir ediyorlar ben de öyle düşünüyorum.”
Hoca efendinin İran intibalarını dinleyenlerden biri sözünün burasında hocaya şu soruyu sordu “Yalnız hocam onlar basın yayın organlarında diyorlar ki biz bu nesilden bir şey beklemiyoruz. Bizim neslimiz inkılabın çocuklarıdır. Onlar daha kesiz dokuz yaşlarında, daha misket oynuyorlar. Esas onlar vazife alınca inkılabımızın semesini göreceğiz” diyorlar. Hoca Efendi bu soruya şöyle karşılık veriyor. “haa, bu daha kötü. Şimdi halk cahildir onun için çok kızmıyorlar bize. Eğer çocuklar tam bilinçli olarak yetiştirilirlerse o zaman daha çok aduv (düşman) olurlar.
İşte hoca efendinin İran izlenimleri ve İran hakkındaki fikirleri. Hocanın bu fikir ve şahsiyetinin ardında yatan önemli bir faktörü kısaca açıklamak gerekirse, hoca efendinin “Rabıta-ül Alem-ül İslami” taşkilatı hakkındaki hüsniniyet ve memnuniyetini belirttiğini söylediğimizde, niçin hocanın böyle bir değişim arzettiğini daha iyi anlamış oluruz.
Hoca efendi parti hakkında nasıl düşünüyor, onu da ortaya koyalım.
1986 ramazanında bir iftar yemeğinde parti hakkındaki düşüncesi soruldu cevaben: “bu adamlar İslami bir şeyler yapacaklarını söylüyorlar. Bizim de hüsnüniyetle öyle olduğuna inanmamız lazım. O zaman da desteklemek vacip olur.” Dedi. Dünya turundan önce (Eylül 1987) gene parti sorulduğunda, “aslında, Müslümanlar büyük partilere girerek oralarda bir şeyler yapmalı. Böylece küçük partide harcanıyorlar, seçilemezler” dedi. Seçime çok az kala ise bütün Müslümanların mutlaka “refah” saflarında yer almaları gerektiği yolunda ise yayın organlarında fikir beyan etti.
Yemin töreninden sonra ise, “bu çok kötü bir şey, bunun küfre kadar yolu var.” Dedi.
Fıkıhta ve fetva vermede önemli bir yeri olan bu hoca efendi bakınız nasıl bir fetva yöntemi kullanıyor: Bir dergide buna “at yarışları caiz midir?” diye soruluyor. O da cevaben tabi ki caizdir, hem de sünnettir” diye cevap veriyor. Orada olan bir arkadaş at yarışlarının ne olduğunu, şimdi ki uygulanış şeklini kendisine uzun uzudayı anlatmasından sonra, “ha öyle mi o zaman mutlaka haramdır” diye cevap veriyor.[4]
(Benim Notum: Bu konuda gerçekten apaçık bir iftira söz konusu. Bahsedilen dergi İslam Mecmuasıdır. İslam Mecmuasının Şansoyunları ve kumar üzerine yaptığı röportajdan bahsedilmektedir. Bu yazı çarpıtılarak sanki Seyda’nın günümüz dünya meselelerinden ne kadar bi haber olduğu şeklinde hep kullanıldı. Maalesef defalarca bunu tashih etmemize rağmen bu algı değişmedi. Hatta Seyda’yı andığımız Sempozyumda bile konuşmacı bu olayı Şehadet dergisinin anlatımı şeklinde anlattı. Bu da çamur at, tutmazsa izi kalır sözünün ne kadar doğru olduğunu göstermektedir. Yazının aslı şu şekildedir:
İSLAM: Tabi bu yarışların en önemlisi at yarışlarıdır herhalde?
EMİN ER: Asrı saadette at yarışları bu günkü gibi para ile değildi. birbirleri için şeref addediyorlardı. Yarışı kazananlar yarış yoluyla geçinmiyorlardı. Bunu meslek olarak, sanat olarak da yapmıyorlardı.
Mesela, cirit yapıyorlardı. İdman için olduğu kadar bir şeref kazandırıyordu. Asıl olarak at yarışçılığı, at beslenmesi çok önemlidir. Çünkü Ayet-i Celile’de; “Düşmanlara karşı kuvvet ve (cihad) için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın” buyrulmuştur. Peygamberimiz s.a.s. der: “Atınız ve bininiz. Atmanız binmenizden daha hoşuma gider. Cenab-ı Allah bir tek okla üç kişiyi cennete koyar: Hayır maksadıyla onu yapanı, onu atanı ve onu hazırlayıp vereni” buyurarak biniciliğe ve atıcılığa işaret etmiştir.
Bu yüzden alimlerimiz at talimini ve onunla uğraşmayı vacip görmüşlerdir. Tabi ki bu günkü gibi para kazanmak, yalnızca bu işi meslek haline getirmek, kişilere fayda ve zararlar elde etmek şeklindeki at yarışları konumuzun dışındadır. Çünkü bunlar caiz değildir.
Bilet alınarak önceden tahmin yürütmekle, hangi atın birinci geleceğini bilmek ve bu türde paralı oynamak da caiz değildir. Bu çeşit yarışlar haramdır.
Görüldüğü gibi hiç de müfterinin anlattığı gibi gerçekleşmemiştir. İbrahim Halil ER)
Nisan 1988 de Amerika’ya giden ve halen orada olup orada da kalmayı düşünen bu hoca efendi ve bunu gibi daha nicelerinin fikirlerinin ve kişiliklerinin arka-planı hususunda bu kısa açıklamalar siz sayın okuyucularımıza önemli bir bakış açısı kazandıracağına inanmaktayız.
Aziz kardeşlerimiz, önümüzdeki sayılarda bu benzeri zatların zafiyet ve tahriplerini “fıkıh” “tefekkuh” ve “fakih” kavramları çerçevesinde ortaya koymaya çalışacağız.
Mübariz fakihlere ve izcilerine selam olsun[5]
(Yazıdaki imla hataları derginin yazarına aittir. Biz de değiştirmedik. Böylece tamamen iftira ve araştırmaya dayanmayan çala kalem yazılan bu tarafgirlik, ajancılık durumunu ortaya koymaya çalıştık.)
Müfterilere Cevaplar[6]
Bu yazı 8 Aralık 1988 tarihindeki Milli Gazete’de yayınlanmış olup, İrancıların dergisi olan Şehadet dergisindeki iftiralara cevap mahiyetindedir.
Amerikan seyahatinde iken bir derginin aleyhimizde bir yazı neşrettiğini duymuştum. Ehemmiyet vermedim ve üzerinde durmadım. Türkiye’ye dönünce 15 Haziran 1988 tarihli derginin 6. Sayısındaki yazıyı okuyunca, şahsıma karşı hezeyan ve iftiralarda bulunduğunu, bazı görüşlerimi de çarpıtarak batıl ve yanlış düşünce ve kötü emellerine alet ettiklerini gördüm.
Bu batıl iddiaların çoğu, şahsımda Ehli Sünnet itikadı ile İslamın esas görüşü ve düşüncelerine yapılmış, sağlam itikadlı Müslümanların temiz ve saf düşüncelerini bulandırmaya yönelik olduğundan İslami kisve altında kötü emeller peşinde koşanlara karşı Müslüman kardeşlerimi uyarmayı dini bir vazife kabul edip cevap verme zaruretini duydum.
Bilindiği gibi tarih boyunca İslam ve Müslümanlara hizmet perdesi altında, gaye ve emellerini kamufle ederek İslam ve İslam’ı temsilcileri olan alimlere karşı saf ve temiz Müslümanların güven itimadlarını yıkmak, fitne, tefrika ve kargaşa çıkarmak için sinsi çalışmalar yapılmıştır. Asıl görevleri de budur zaten. Mühim olan, Ehli Sünnet ve’l Cemaat’in böylelerine karşı uyanık olmaları, onların batıl fikirlerine kapılmamaları, tefrika ve ihtilafa düşmemeleridir.
Şunu hemen belirtelim ki, bu dergiyi çıkaranların hiç birini şahsen tanımış, tanışmış, özel bir görüşme yapmış değilim. Anlaşılıyor ki, fitne gayesiyle neşrettikleri bu iddiaları ya kulaktan duyma, veya takiyye kisvesiyle sohbetlerimize iştirak edip duyduklarını kendi emellerine göre tahrif edip yayınlamışlar. Yoksa kapımız herkese açık, her dileyen sorularını sorup cevap alabilir. Şimdiye kadar muhtelif dergi, gazete ve mecmualarda yayınlanmış yazı, röportaj, fıkhi meselelere cevaplarımız hep bu şekilde olmuştur.
Mezkur dergi mensupları da, İslami iddialarında art niyetli olmayıp samimi olsaydılar, doğrudan doğruya bize gelir, kendilerini tanıtır, sorularının cevaplarını tescil ederek giderlerdi. Ancak onlar, Müslümanların şiarı olun bu yolu değil, kendi yapı, niyet ve emellerine uygun olan takiyye (ajanlık, tecessüs) yolunu seçmişlerdir.
Şimdi o mezkur derginin hezeyanlarına bir göz atalım:
- “Humeyni ehli beytten büyük bir alim, 2500 yıllık şahinşahlık düzenini yıktığı; içkiyi, kumarı, açık-saçıklığı kaldırdığı için onu sevmek zorundayız.” Dediğimiz iddia edilmektedir.
Biz Ehli Beytten olanları, alimleri sever ve sayarız. İçkiyi, açık-saçıklığı yasaklamak da İslam’ın emridir. Yasaklayanları kim olursa olsun takdir eder, destekler ve saygıyla karşılarız. Buna rağmen bunların hiç biri sahabeleri buğz edenleri sevmemizi gerektirmez.
Humeyni’nin Şii olduğunu, Şiilerin pek çok büyük sahabiyi sebbettiklerini, onları kötülediklerini, özellikle Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e karşı kin ve düşmanlıkla dolu olduklarını biliyoruz. Sahabileri sebbedenleri, onlara çirkin ithamlarda bulunanları nasıl sevmek zorunda oluruz? Esasında ehli Sünnet itikadına göre sahabelere sebbedip buğzedenleri sevmek şöyle dursun, onlara buğzetmek vaciptir. Dolayısıyla iddianız yalan ve iftiradır.
- “Humeyni’yi tekfir edenleri tekfir edileceğini, Şiilerin ehli kıble oldukların, bunun yanında ehli bid’a oldukları; bizde de onlar kadar bid’atlar bulunduğunu, şu sokaklarda “Ehli Sünnetim” diye gezenlerin çoğunun Müslüman bile olmadıkların” söylediğimiz yazılmaktadır.
Tekfir konusundaki görüşümüz şudur: “Küfrü gerektirecek bir sebep olmaksızın bir Müslümanı tekfir eden tekfir edilir. Humeyni Caferi’dir. Caferi Mezhebi ehli bid’a ve heva olmakla beraber –esas felsefeleri itibariyle- Müslüman ve ehli kıbledirler. Onları tekfir etmeyi gerektiren bir sebep ortaya konmadıkça –ki bu şüphelidir- onları tekfir edemeyiz. Bu düşünce altında Humeyni’yi masum kabul etmek tefrit, tekfir etmek ifrattır.”
“Sokakta gezenlerin çoğunun Müslüman bile olmadıklarını söylediğim iddianız yalan ve ifrattır. Zira İslam’da günah işlemek küfr değildir. Ancak itikadi açıdan haramı helal, helali haram kabul etmek küfürdür. Günahların, küfrü mucip olduğunu söyleyenler haricilerdir.
- “Erbakan’la birlikte Kuveyt’e gitmiş” değilim. Onunla “Arabistan’a değil, Mekke-i Mükerreme’ye, Umreye gittim. Suizanda bulunduğunuz gibi hiçbir Suudlu yetkili veya resmi görevli ile buluşmadım, görüşmedim ve hiçbir resmi girişimim olmamıştır.
İran hakkındaki düşüncelerimizin değişme sebebine gelince, sandığınız gibi Arabistan ve Kuveyt’e gitmem değildir. Bu salt iftiranızdır. Gerçek sebepleri ise şunlardır:
- Hama Olayı: Bilindiği gibi Hama, Suriye’ye bağlı, ancak Müslüman Kardeşler’in (İhvanül Müslimin) kontrülünde olan bir bölgeydi. Çağımızın en büyük Firavun ve İslam düşmanlarından Hafız Esed, ağır silahlarla abluka altına aldı ve kadın-erkek, yaşlı demeden binlerce Müslümanı şehid ederek, tarihin en büyük hunharca katliamlarından birini yaptı.
Hafız Esed, Müslüman ve Şii olmadığı halde, (Nusayri-Dürzidir) bu Müslüman katliamını yaparken İran ses çıkarmadığı gibi, onun yanında yer aldı ve Müslüman katliamını adeta alkışladı.
- Anayasalarında İslam kelimesi yerine sürekli ve ısrarla Şii Caferi kelimesi kullanıldı. Bundan da davalarının İslam değil Şiilik olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Şiilerin ise tarih boyunca Ehli Sünnetle savaştıkları bir hakikattir. Nitekim bugünkü İran’da bunun pek çok acı olaylarını görmemiz mümkündür.
- Şiilerin en mutemed ve ana kaynak kitapları olan Usul el Kafiye’yi mütala ederken, pek çok temel itikadi ve ameli meselelerde Ehli Sünnet İtikadına ters düştüklerini, Ehli Sünnet itikadına düşmanca, garazla saldırdıklarını gördüm.
- İran’a ziyaretim esnasında bu itikadi düşüncelerini Ehli Sünnet mensuplarına karşı fi’len uyguladıklarına şahid oldum. Ehli Sünnet mensuplarının kıskaca alındıklarını, Cuma namazlarını bile camilerinde kılamaz hale geldiklerini gördüm.
- Ehli Sünnet mensubu oldukları halde, Şiiliğe meyledenlerin itikadlarında önemli ve tehlikeli değişmelerin meydana geldiğine şahid oldum. Ehli Sünnete saldırdıklarını, Şiiliği savunduklarını gördüm.
İşte bunlar –ve burada yazmak istemediğim sebepler- nedeniyle İran hakkındaki düşüncelerimde değişiklikler oldu. Yeri gelir ve gerekirse bunları müfassal olarak belgelemem de mümkündür.
- “Amerikan ve Kuveyt gezilerinin bize yeni bir fikri yapı ve kişilik kazandırdığı, bu değişiklik çerçevesinde birtakım teşebbüslerde bulunmaya başlayıp Avrupa gezisine çıktığımızı” iddia etmektesiniz. Allah’tan korkmayan ve utanmayandan her şey beklenir.
Avrupa ve Amerika gezimiz şöyle başlamıştır:
Bazı muhterem zevat[7] bize gelip, Avrupa’da yaşayan Müslümanların bir takım itikad bozucu telkinlere maruz kaldıklarını, onları bu tehlikeli temkinlere karşı uyaracak ve aydınlatacak alimlere ihtiyaç olduğunu belirterek gitmemiz gerektiğini; gitmediğimiz takdirde Allah indinde mesul olacağımızı belirttiler. Hatta pasaportumuzu da hazırladılar. Ancak bazı manialar sebebiyle o an için gitmemiz mümkün olmadı. Bilahare Danimarka’dan davetiye aldık.[8]İslami tebliğ, Müslümanları tenvir gayesi ile yurt dışına çıktık. Gittiğimiz her yerde Ehli Sünnet akidesi konusunda, fıkhi meselelerde vazu nasihatlerde bulunduk, konferanslar verdik, ilmi seminer ve sempozyumlara katıldık. Müslümanları irşada çalıştık.
Şimdiye kadar Rabıtayla hiçbir şahsi alakam olmadığı gibi hiçbir yetkilisi ile de görüşüp anlaşmadım. Hiçbir maddi yardım da kesinlikle almış değilim. Dolaylı veya dolaysız hiçbir yardımlaşma talebimiz de olmamıştır. Bu ithamınız da çirkin bir iftiradır.
Amerika’yı ise hiçbir zaman savunmadım. Desteklemedim ve ondan hiçbir çıkarım olmamıştır. Bilakis, İslam dünyası üzerinde maddi, manevi ve kültürel baskı kurarak Müslümanların birlik, beraberlik ve kalkınma sürecine girmelerine mani olduğunu anlatmaya çalıştım. Hatta Humeyni ve İran’ın ABD ve Batı emperyalizmine baş kaldırışını ve onlara karşı koyuşunu takdirle karşıladım ve destekledim.
Her türlü küfür, pislik, fuhuş ve ahlaksızlığın kol gezdiği ve genel manada en büyük düşman olarak, “Müslümana çamur at tutmazsa izi kalır” düşüncesi dışında anlamak mümkün değildir. Sahip olduğum fikir ve düşüncelerin tam tersiyle beni itham edip her türlü yalan ve iftira mekanizmasını kullanarak masum Müslümanlara çamur atmanız, hangi gaya ve emellerin peşinde koştuğunuzu ortaya koymamız bakımından da önemlidir.
- “Cemalettin Hoca’yı bazı konularda kandıramayınca, “saf, zavallı, kandırılmış” dediğim de anladığınız ve ifade etmeye çalıştığınız manada uydurma ve yalandır.
Evet Almanya’da Cemalettin Hoca ile görüştük. Nezaket ve ehli ilme yakışır bazı ilmi tartışmalarımız oldu. Ancak “kandırmak” gibi çirkin ve mülevves bir vasfı sizin gibi cahil ve müfterilerin suratına çarparım. “Zavallı” kelimesini de ancak hakikaten zavallı olan sizin gibiler hakkında kullanırım.
- “İran’da, hükümet mensupları ile alimlerden kimse ile görüşmediğimi” yazmışsınız. Görüştüklerim olmuştur. Ad ve adresleri de bende mahfuzdur. Ayrıca siz görüşmediğimi nereden biliyorsunuz? Bilmediğiniz bir konuda ileri sürdüğünüz asılsız iddialar yalan, uydurma ve iftira olmaz mı? Hem, “Otelde Humeyni muhalifli iki molla ile görüştüğümü” yazan da siz değil misiniz? Halbuki otelde mollalarla değil belki İranların sırrına vaki Türkiyelerle görüştüm.
- Tahran başkadısı ile görüşme şekli ile alakalı iddialarınız da yalan-yanlıştır. Ne kadı otele gelmiş, ne de ben diş bahanesinde bulunmuştum. Olayın aslı şudur: Kadı haber göndererek beni akşam yemeğine davet etti. Ben de icabet edip gittim. İran ve Şiilerin gerçek iç yüzlerini yetkili ağızlardan öğrenmek gayesi ile onların leh ve aleyhlerinde duyduklarımı sormaya başladım. Kadı, sorularımın bazılarına sarahaten, bazılarına da üstü kapalı cevaplar vererek geçiştirdi. Geceyi orada geçirmemi teklif etti ise de kabul etmedim ve otelime döndüm. Ertesi gün öğle yemeğine davet etti ise de ben sükut ederek reddettim. Sonraki gün, daha önce sözleştiğimiz bir arkadaşla dişçiye gittim. Dişçiden döndükten sonra kadının beni otelden telefonla aradığını söylediler.
Mağazada geçen olayın doğrusu da şöyledir: Biz kulak cihazı satan bir bayana telefonla cihaz fiatını sorduk. O da fiatının 30 bin riyal olduğunu ve sipariş verebileceğini söyledi. Biz olur deyince bu sefer fatının 40 bin riya olduğunu söyledi. Biz yine kabul ettik. Bilahare otele telfon ederek cihazın hazır olduğunu ancak fatının 50 bin riyal olduğunu belirtti. Cihazı almaya gidince bu sefer de bazı masrafları hesaba katarak fiatının 60 bin riyal olduğunu söylediler. Bu arada başını sallıyor ve ciddiyetten uzak laubali hareketlerde bulunuyordu. Ben, “Bu ne biçim kadındır. Hem örtülü, hem de bu nahoş hareketlerde bulunuyor” diye sinirlendim. “Biz de bazı hanımlar açık olmakla beraber nazik ve saygılıdırlar.” Dedim. Birlikte olduğumuz arkadaşlar onları savunmaya başladılar.
“Bizim neslimiz inkılabın çocuklarıdır” cümlesiyle ilgili iddia ve açıklamalarınızın benimle hiçbir alakası yoktur.
- Pakistan ve Bangladeş’le ilgili açıklamalarınız mugalatadır. Benim söylediğim, Bangladeş’te bazı bisikletleri 3-4 kişinin binebileceği bir şekle sokup kullandıklarıdır. Siz bazı açıklamalarımı anlaşılmaz şekle sokarak okuyucuların fikirlerini bulandırmaya çalışıyorsunuz.
- Partilerle alakalı bana isnad ettiğiniz iddialar da uydurmadır. Ben özellikle 80’den sonra partilere karşı lakayd kaldım. Ancak zaman zaman, “Reylerimizi kime verelim?” sorulduğunda, “Ben oy verirsem, namazlı abdestli kişilere verirdim” diyordum. “Küçük partilere oy verirsek ANAP zayıflar ve daha kötüleri kazanır.” Diyenlerin kanaatlerine de karışmıyordum. Halen de karışmıyorum.
Malum, bu kanaat meselesidir. Zaman zaman değişebilir. Bu ayıp da değildir. Ayıp olan olur-olmaz taassup göstererek- yanlış da olsa sabit fikirde ısrar etmektir. Herkes din ve memleket menfaatine kani olduğu partiye oy vermekte hürdür. Müctehitler bile zaman zaman içtihatlarından dönmüşlerdir.
- “Fıkıhta ve fetvada önemli bir yeri olan bu hoca efendi bakın nasıl fetva usulü kullanıyor: Bir dergide ona, “At yarışları caiz midir?” diye soruluyor. O da; “Tabi ki caizdir.” Cevabını veriyor. Orada bulunan biri, şimdiki uygulanış şeklini uzun uzadıya anlatınca, “Ha öyle ise haramdır” cevabını veriyor.” Şeklindeki çirkin ve saygısız ifadeniz, içindeki kinin dışa vuruluşunun belgesidir.
İlmi prenip olarak cevap soruya göre verilir ve o sorunun cevabı olur. Mesela:
- Bir adam ben hanımıma, “Babanın evine git” dedim, eşim benden boşanır mı? Diye sorsa, cevaben: Hayır boşanmaz deriz. Adam: “Ama onu boşamak niyetiyle söyledim” derse, “Hanımınız boşanır cevabını veririz.
- “Köpek eti haram mıdır? Diye sorulsa, “Evet” deriz. “Fakat onu yemezse açlıktan ölür” dense, “O takdirde yemesi vaciptir.” Deriz.
- Eğer biri “İçki içmek haram mıdır?” diye sorsa “evet haramdır” “Fakat lokma boğazda kalmış içilecek başka bir şey yok içmezse boğulur” dese “O takdirde zaruret miktarı içmesi vacip olur” diye cevap verilir.
- Eğer sorulsa: Bir kişi ikrar ediyor, “Filanın evine girdim ve külliyetli miktarda parasını çaldım.” Eli kesilir mi?” “Evet kesilir” deriz. Ama adam “önce aldım” diye ikrar etti, sonra “çaldım” dedi? “O halde eli kesilmez. Çünkü önce “aldım” demekle o parayı adamın (adamın zimmetine geçirmek) oluyor. İkinci “çaldım” ikrarıyla bu damane sakıt olmaz, damanla da el kesilmez. Bir arada olmaz.
İşte at yarışı hakkında iki muhtelif cevap da doğrudur. Olur olmaz her şeye itiraz etmek doğru değildir. Şu olaya dikkat ediniz: Bir gün baş kadı Ebu Yusuf ile bir ulema heyeti Harun Reşid’in meclisinde iken iki kişi içeri giriyor. Biri diğerini işaret ederek:
-“Evet aldım” diye ikrar eder. Ebu Yusuf ulemaya dönerek:
– Ne diyorsunuz diye sorar. Alimler;
– Eli kesilecek derler. Ebu Yusuf;
– Hayır kesilmez. Çünkü önce “aldım” dedi “çaldım” demedi der. Bu arada mal sahibi;
– Adam çalmış diye itiraz eder. Adam da;
– Evet çaldım der. Ebu Yusuf yine ulemaya dönerek;
– Ne diyorsunuz diye sorar. Ulema:
– Eli kesilecek derler. Ebu Yusuf;
– Hayır kesilmez. Çünkü önce “aldım” demekle damın oldu. Sonraki ikrar bu damanı sakıt edemez. Zamanla el kesilmesi bir arada olmaz diye cevap verir. Oradaki ulemaları Ebu Yusuf’un ilim ve zekasına hayran kalırlar.
Bundan da anlaşılıyor ki fetva vermek ilim, ihtisas, incelik ve kavrayışla birlikte dikkati isteyen bir iştir. İhtisas ve takva sahibi üstatlardan ihtisas sahibi olmak için çat-pat Arapça okumakla, bir iki kitabı karıştırmak, hele hele üç beş tercüme eseri gözden geçirmekle olacak iş değildir. Allah, haddini bilenlere lütüf ve rahmetini ihsan buyursun.
Hakka tabi olanlara selam olsun.[9]
[1] Milli Gazete, 9-10 Ağustos 1985, Röpörtajı Yapan, Fatih AĞAN, Ankara
[2] İran konusundaki bu görüşleri daha sonra değişikliğe uğrayacaktır. Aşağıdaki yazılarda bunu görebilirsiniz.
[3] Şehadet Dergisi, Sayı:6 Tarih; 15 Haziran 1988
[4] Bu konuda gerçekten apaçık bir iftira söz konusu. Bahsedilen dergi İslam Mecmuasıdır. İslam Mecmuasının Şansoyunları ve kumar üzerine yaptığı röportajdan bahsedilmektedir. Yazının aslı şu şekildedir:
İSLAM: Tabi bu yarışların en önemlisi at yarışlarıdır herhalde?
EMİN ER: Asrı saadette at yarışları bu günkü gibi para ile değildi. birbirleri için şeref addediyorlardı. Yarışı kazananlar yarış yoluyla geçinmiyorlardı. Bunu meslek olarak, sanat olarak da yapmıyorlardı.
Mesela, cirit yapıyorlardı. İdman için olduğu kadar bir şeref kazandırıyordu. Asıl olarak at yarışçılığı, at beslenmesi çok önemlidir. Çünkü Ayet-i Celile’de; “Düşmanlara karşı kuvvet ve (cihad) için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın” buyrulmuştur. Peygamberimiz s.a.s. der: “Atınız ve bininiz. Atmanız binmenizden daha hoşuma gider. Cenab-ı Allah bir tek okla üç kişiyi cennete koyar: Hayır maksadıyla onu yapanı, onu atanı ve onu hazırlayıp vereni” buyurarak biniciliğe ve atıcılığa işaret etmiştir.
Bu yüzden alimlerimiz at talimini ve onunla uğraşmayı vacip görmüşlerdir. Tabi ki bu günkü gibi para kazanmak, yalnızca bu işi meslek haline getirmek, kişilere fayda ve zararlar elde etmek şeklindeki at yarışları konumuzun dışındadır. Çünkü bunlar caiz değildir.
Bilet alınarak önceden tahmin yürütmekle, hangi atın birinci geleceğini bilmek ve bu türde paralı oynamak da caiz değildir. Bu çeşit yarışlar haramdır.
Görüldüğü gibi hiç de müfterinin anlattığı gibi gerçekleşmemiştir.
[5] Yazıdaki imla hataları derginin yazarına aittir. Biz de değiştirmedik. Böylece tamamen iftira ve araştırmaya dayanmayan çala kalem yazılan bu tarafgirlik, ajancılık durumunu ortaya koymaya çalıştık.
[6] Bu yazı 8 Aralık 1988 tarihindeki Milli Gazete’de yayınlanmış olup, İrancıların dergisi olan Şehadet dergisindeki iftiralara cevap mahiyetindedir.
[7] Buradaki muhterem zevat Şeyh Nurullah hazretleridir. (İbrahim)
[8] Damadımız Ömer İnci Danimarka’da din görevlisiydi. O gönderdi. Yani Amerika’nın bir katkısı olmadı. (İbrahim)
[9] Ben İstanbul’da öğrenciyken Sayın Nurettin Şirin bey dergilerindeki bu yazılar için benden özür dilediği gibi, bir İslam alimiyle ilgili bu şekilde yazı yazmada yanlış yaptık dedi. Ayrıca, bu yazıyı öz-elif sitesindeki bir komşumuzun gönderdiğini de belirtti. Allah hasut ve hain komşulardan bizi korusun.