Rüyada Hz. Musa’nın mesajı
Bir Ramazan ayında sabah vakti, âdetim üzere bir cüz Kur’an okurken uyku bana galebe çaldı. Bir iki defa Kur’an elimden düştü. Ben de işrakı beklemeden uzanıp uyudum.
Rüyamda Seyyidina Musa’yı (Hz. Musa Efendimiz’i) gördüm. Tur-i Sina’ya gidiyormuş. Seyyidina Musa, Tur-i Sina’ya giderken bazı kimselerin kendisine birtakım tembihlerde bulundukları hatırıma gelince, kendisine dedim ki:
-Tur-u Sina’ya gidiyorsun. Rabb’ul-âlemin’e benim hakkımda bazı şeyler mevzu bahis et!..
Seyyidina Musa Aleyhisselam bunun üzerine bana dedi ki:
-Daha önce senin bahsin geçti. Bahsin geçerken Allah senden şikâyetçi idi.
-Kuvvetime göre, gücüm yettiği kadar Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından sakınıyorum, acaba nedendir? Dedim. Hz. Musa da dedi ki:
-Miskinlerle otur kalk. Tekebbür etme, büyüklenme.
Ve tam bu esnada uyandım.
Anladım ki bende kibir var, şikâyet ondan dolayıdır.
Gerçekten de ben medresede ders verirken küçük talebeleri okutmuyordum. “Bunlar nerede olsa okuyabilir, herkesten ders alabilirler” diye onların yerini yapmıyordum. Büyük kitapları okuyanların yerini yapıyordum. Yani onlara kalacak yer ayarlıyordum.
Esasen bende kibir olduğunu da biliyordum. Zira daha çok zenginlerle oturup kalkıyordum. Fakirlerle oturup kalkmıyordum. Bu huyumu sevmiyordum. Buradan ilahi uyarı geldiğini, suçlandığımı anladım.
Bu rüyamı bazı meşayihlere arz etmek istedim, ancak kimseye söylemedim. Sadece bazı talebelerime bir rüya gördüğümü, tabirini yapacak bir yer istediğimi söyledim.
O anda yanımda Hazro’lu Molla Ramazan vardı. Bana dedi ki:
-Sen rüyanı bana anlat. Ben de Hazrolu meşhur âlim ve tasavvuf ehli Seyda-i Hacı Fettah’a anlatır, tabirini getiririm. Anlatmadım. Tarikatına girdiğim Şeyh Ahmed-i Haznevi vefat etmişti. Yerine oğlu geçmişti. Başka halifeleri de vardı. Ayrıca Hazret namı ile meşhur zatın halifeleri de vardı. Cizreli Şeyh Seydâ’yı da işitmiştim. Bunlardan hangisine gidip intisap edeyim diye tereddütlü idim.
İkinci Rüya ve Şeyh Seyda’ya İşaret
Ramazanın yirmi ikinci günü, gördüğüm rüyadan birkaç gün sonra idi. Sabah namazından sonra Kur’an okurken yine uykum bana galebe çaldı. Elimden Kur’an düştü, uyku iyice bastırınca uyudum kaldım.
Rüyamda Cizreli Şeyh Seydâ’nın bize geldiğini gördüm. (Şeyh Seydâ 1968 (H. 1387) senesinde Cizre’de vefât etti.) Oturması için ev tarafına döşek getirmeye gittim. Fakat ev bizim eve benzemiyordu. Bahçeli havuzlu çiçekli bir evdi. Kendi kendime “insanın evi böyle olduktan sonra misafir ne kadar çok gelirse, kim gelirse gelsin mahcup olmaz” diyerek sevindim. Ev halkına da “Şeyh Seydâ” geldi diye seslendim.
Döşeği alıp götürdüm. Şeyhin oturacağı odaya serdim. İkinci döşeği de getirmek için ev tarafına tekrar gittim. Şeyh Seydâ da arkamdan geldi. Saliha isimli kızımın başını okşadı. O esnada uyandım.
Bu rüyamın, Şeyh Seydâ’ya intisap etmeme ve görmüş olduğum rüyayı ona anlatmama işaret olduğuna kanaat getirdim. Fakat Ramazan ayındaydık. Teravih kıldırıyordum. Bu sebeple hemen gidemedim. Bayramdan sonra gitmeye niyet ettim. Ramazan bitti, bayram yaptık. Şeyh Seydâ’ya gitmeye karar verdim.
Şeyh Seyda, Cizre ile Mardin arasında bulunan Serdahli köyünde kalıyordu. O zaman Mardin Cizre arasında kamyondan başka bir vasıta çalışmıyordu. Mardin’den Cizre’ye giden bir kamyona bindim. Şeyh Efendi’nin Köyüne giden yol ayırımında indim. Kamyonun şoför mahallinden yaşlı bir adam da indi. Kamyon yoluna devam etti.
Yaşlı adam bana:
– Oğlum nereye gidiyorsun? diye sordu.
– Şeyh Seydâ’yı rüyamda gördüm, ona gidiyorum, dedim.
– Ben de Şeyh Seydâ’yı rüyamda gördüm. Bir ipin ucu benim elimde öbür ucu şeyhin elindeydi. Bana gel diyordu. Bu şeyh bizden ne istiyor acaba? dedi.
Beraber yaya olarak yola koyulduk. Bu yaşlı adam çok konuşkan biri idi. Köye varıncaya kadar yol boyu hep konuştu ben diledim. Bildiği bazı Farsça beyitleri de okudu. Âşık birine benziyordu. Bana şunları anlattı:
– Ben Milli aşiretindenim. Emekli PTT müdürüyüm. Kırk sene tarikatta hizmetim var. Benim şeyhimin şeyhi Tavilan’a mensup Şeyh İsmail idi. Bana halife bırakmadığını, kendisinden sonra tarikatının munkati olacağını söyledi. Şeyhim Şeyh Said hadisesinde asıldı.
Şeyhim hayatta olduğu zamanlarda bir gün sabah evden çıktım işime gidiyordum. Yolda hiç tanımadığım bir şahıs karşıma çıktı. Şeyhim İsmail Efendi’yi kast ederek bana:
– Şeyhin ziyaretine gidelim, gelmez misin? dedi.
– Gelirim fakat köyün yolunu bilmiyorum. Yolu bilen bir talebe çağırayım, dedim.
Bir talebe çağırdım. Üçümüz yola çıktık. Köye varınca baktık ki şeyh bir direğe yaslanmış sanki bizi bekliyordu. Oturduk Şeyh sohbete başladı. O talebe de ayaküstü dersini ezberlemeye başladı. Sesi bana geldiğinden şeyhin sohbetini iyice anlamıyordum. Bundan dolayı içimden talebeye kızmaya başladım. O anda birden bire talebe sukut etti.
Bir müddet sonra Şeyh Efendi bana;
– Remzi Bey sen memursun vazifene dön. Şeyh Efendi yanımda kalacak, dedi.
O zaman anladım ki yol arkadaşım şeyh imiş, bilmiyordum. Talebe ile beraber döndük. Yolda talebeye;
-Şeyh sohbet ederken sen de dersini ezberliyordun. Neden aniden sustun? Bana cevaben;
-Sen duymadın mı? Şeyh Efendi talebeye;
-Bizi rahatsız etme dedi, diye cevap verdi. Sübhanallah! Benim üzüldüğümü şeyh nasıl anladı! Nasıl ben işitmeden o talebeye sesini işittirdi! dedim. O sırada da ikamet ettiğim şehre ulaştık. Mesai saatinde vazifeme yetiştim. Gittiğimiz köy bulunduğumuz şehre altı saat mesafede idi. Sabah mesaime geç kalmadım köye şeyhin ziyaretine gidip gelebilmemizin şeyhin bir kerameti olduğunu anladım.
“Biz takdire razı insanlarız”
Emekli PTT müdürü anlatmaya devam ediyordu:
– Beraber camiye gittiğimiz bir hoca vardı. Bir sabah namazından sonra eve dönerken çok yaşlı olduğu için yoruldu. Biraz oturup dinlendi. Ben de onu bekledim. Bana:
– Remzi oğul, geçenlerde bir papazla münakaşa ettim. Onu mağlup ettim. Bu yüzden bana kin besliyor. Ben hasta olup hastaneye yatacağım. O papaz da doktorlara rüşvet verip beni zehirleyecek, dedi.
Ben sesimi çıkarmadım. Ertesi gün de camiden dönüşümüzde aynı şeyleri söyledi. Yine hiç cevap vermedim.
Üçüncü gün de aynı şeyleri anlatınca;
– Elini ayağını öptüğüm hocam, madem böyle olacağını biliyorsun, hastaneye gitme veya hastanede sana verecekleri ilacı içme, dedim.
– Nahnu Kavmun Râdûn, yani biz takdire razı insanlarız, dedi.
Ama enteresandır, kısa bir müddet sonra hoca hastalandı, hastaneye yattı, o papaz doktora rüşvet verdi. Doktorda ona bazı ilaçlar verdi ve hemen de öldü.
Şeyh Seyda El-Cezeri’nin Huzurunda
Böyle hadiseleri anlata anlata Serdahli’ye Şeyh Seydâ’nın köyüne yetiştik. Daha önce nüfus müdürlüğü yapan Ubeydullah Efendi istifa etmiş, dört seneden beri Şeyh Seydâ’nın yanında bulunuyordu. Bize niçin geldiğimizi sordu. Kendisine, “Gördüğümüz rüyalar var. Şeyh Efendi’ye anlatacağız” dedik.
Başka da kimse bize bir şey sormadı. Zaten kalabalık ta çoktu. İki üç gün sonra Şeyh Efendi’nin bizimle görüşmek istediğini yüksek sesle haber verdiler. Halvethanesine gittik.
Şeyh Efendi Remzi Bey’e:
– Sizin tarikat münkatıdır. İpin kısa tarafının elinde olması bu manaya gelir. Uzun kısmının benim elimde olma ise bana intisap edeceğine işarettir dedi. Bana da dedi ki
-Seyyidina Musa’nın miskin ve fakirlerden muradı, ehli tarikattır. Onlarla beraber olmanızı tavsiyede bulunmuştur. Ben seni kardeş olarak kabul ettim. Sensiz cennete girmeyeceğim.
Birkaç gün orada kaldım. Tarikat arzu edenlere tövbe vermeme izin verdi. Sonra eve döndüm.
Bir müddet sonra Şeyh Seyda Efendi’yi ikinci defa ziyaret etmek istedim. Mardin’de olduğunu söylediler. Aldığımız bilgilere göre Seyda Efendi, Karkamış köyüne gelmiş, büyük bir kalabalık toplanmış, toprak atsan yere düşmez.
Ben de o köye gittim. Şeyhin ziyaretine gelenler, bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkıyorlardı. Suriye’den gelenler de vardı. Yalnız çevreden gelenlerin altı bin kişi olduğu söyleniyordu. Ben de ziyaret için sıraya girdim. Benden evvel bir binbaşı vardı benim önümde.
Binbaşı, Şeyh Seydâ’yı ziyaret ederken dedi ki:
– Vali beyin selamı var. Biz dürbünle bakıyoruz, Suriye hududu insanlarla dolmuş. Şeyh Efendi’nin daha ilerideki köye gitmesini bekliyorlar. Bunların çoğu Türkiye’den gidenlerdir. Sınırı geçerlerse bu tarafta düşmanları olabilir. Bir dövüş olursa biz de Şeyh Efendi de hâkim olamaz. Şeyh Efendi bu sefer geri dönsün ikinci defa tedbir alırız. İstediği yere kadar gitsin, diyor.
Şeyh Efendi cevap vermeyince ayni şeyleri tekrar etti.
Cevap almayınca o da diğer ziyaretçiler gibi çıktı. Ziyaret bitince Şeyh Efendi yanındaki otuz kişi ile beraber kendileri için özel hazırlamış direkler üzerindeki çadıra geçti. Nusaybin’den kaymakam, hâkim, sınır komutanı ve kalabalık bir ziyaretçi grup geldi. Şeyh Efendi’yi ziyaret ettikten sonra, Kaymakam, Hakim ve Hudut komutanı Şeyh Efendi’nin Valinin isteğine uyması hususunda ricada bulundular. Şeyh Efendi kabul etmeyince Kaymakam ile Hâkim, Şeyh Efendinin huzurunda her hangi bir nizâ’ın olmayacağına kanaat getirdiler. Fakat komutan mesuliyetten korktuğundan ikna olmadı.
Şeyh Efendi komutana:
– O köye gideceğime söz verdiğim için, size uyup geri dönemem, dedi.
Fakat valinin gönderdiği binbaşı tekrar ricada bulununca Şeyh Efendi bu defa dönmeyi kabul etti. Şeyhin döneceğini duyan o köy ahalisi bu sefer kendileri, bulunduğumuz yere gelip ziyaret ettiler.
Şeyh Seydâ’nın Halifesi Seyyid Aliyi Fındîkî onlara:
– İşittiğimize göre şeyh gelecek diye 80 koyun 4 sığır kesmişsiniz doğru mu?
Dediler ki:
– İşittiğiniz, yaptığımız masrafın dörtte biri bile değil. Fakat kendimize bile yiyecek bir şey bırakmadık. Hepsini köylülere dağıttık. Seyyid Ali onlara;
– Allah hayrınızı kabul etsin. Şeyh Efendiyi mazur görün, dedi.
*
Ramazan ayı geldi. Oruca o akşam niyet ettik. Şeyh Efendi’nin bir müddet daha o köyde kalmasını köylüler istediler. Fakat Şeyh Efendi; “Dönmemiz gerekiyor, sülûke (halvete) girecekler var” dedi. Beni kast ettiğini anladım. Döndük. Yolda olan şeyler çok fakat onlara girmeyeceğim. Serdahli köyüne dönünce, Şeyh Efendi hemen sülûke girmemi emretti. Yirmi beş gün sülûkta kalabildim. Çünkü bayram geldi. Ertesi yıl tekrar Şeyh Efendi sülûka girmemi emretti. Bir yıl sonra, Şaban ayının 15’i idi. Yani ramazana 15 gün kalmıştı. Benimle beraber iki kişi daha sülûka girdi. Sülûkta diğer arkadaşlarımızla aramızda perde vardı.
Nüfus müdürlüğünden istifa edip Şeyh Efendi’nin yanında kalan Ubeydullah bizimle ilgilenmeye tayin edildi. Bir hal olduğunda biz ona söyleyecektik. O da Şeyh Efendi’ye söyleyecekti. Sülûkun şartlarından bazıları şunlardı: Yemekte hayvansal yağ olmayacak. Namaz kamet edilince safa girip namazdan sonra kimse ile konuşmadan geri yerine dönülecek, sünnetler orada kılınacak. Ayak uzatılmayacak, uyku galebe çalınca oturarak uyulacak. Bu şartlar yazılı olarak yanımızda vardı. Bizden bazı arkadaşların yedinci defa süluka girişi idi. Malatyalı Abuzer böyle idi. Alışkanlık olduğu için o on günde letaifleri tamamladı. Gördüğümüz halleri Ubeydullah kanalıyla Şeyh Efendi’ye bildirirdik.
Ona göre letaifler değişiyordu. Yirmi günden sonra letaifleri bitirdik. Nefyi ispat keyfiyetini bize bildirdiler. Nefyi ispatın tarifinde: LÂ, Göbekten başlar beyne kadar. İLAHE, sağ omuzda tamam olur. İLLALLAH deyince icmali olarak letaifler üzerinde dolaşarak kalbe vurulurdu. Buradaki ahvaller Şeyh ile şahıs arasında olur.
Tarikat İcazeti ve Halifeliğin Verilişi
Kırk gün tamam olduktan sonra sülûkten çıktık. Bir hafta kadar, Şeyh Efendi istihareler yaptı. İstiharenin sadece bana isabetli olduğunu belirterek, halifelik icazeti vermeyi teklif etti. İcazeti kendi eliyle yazdı, daha da bunu temize çekeceğim dedi. Yemek yendikten sonra cemaatin huzurunda icazetimi verdi. Cübbesini çıkarıp bana giydirdi. Başıma sarık bağlandı. Bir kefiye de başıma örttü. “Her zaman başınız örtülü olsun” dedi. Bu halifelerinin bir şiarı idi. Halife olanların hepsinin başı öyle örtülü oluyordu. Cizre’den Bismil’e dönüşümde büyük bir kalabalık beni istikbal ettiler. Şeyh Seydâ kelimesi geçerken yanlışlıkla Şeyh Seydâ’nın Bismil’e geleceğini anlamışlar. Bulunduğum köy ahalisi hepsi kadın erkek tarikata girdiler.
Daha sonra bazılarında çok ifratlar gördüm. Sanki bir keşf izhar eder gibi eskiden başlarından geçen kusur kabahatlerini söylediler. Kadınların da ayrı cemaatleri oluyordu. Hatta zikir yaparlarken erkekler bunların zikirlerini işitir oluyorlardı. Bunlara da kolay kolay söz geçirmek zordu. O zaman bazı şartları ileri sürdüm. Tarikatı her arzu edene vermez oldum. Daha ziyade ilme önem vermeye başladım. Talebelere ders vermeğe devam ettim. Zaten ben henüz icazet almadan yanımda ders okuyan talebeler vardı. İcazet aldıktan sonra da ders vermeye devam ettim. Zaman zaman ilim icazeti alanlar oluyordu. Talebelere icazet vereceğim zaman Şeyh Seydâ’ya sordum.
– Seydam, icazeti nasıl yapalım?
– Fark yoktur. Ben sana izin veriyorum, talebelerin icazetlerini nasıl diliyorsan öyle ver, dedi. Çok şenlikle üç talebeye icazet verdim. Bunlar Şeyh Musa Zuli, Molla Kuddusi Halidi ve Molla Muhammed Zozunci idiler.
Ve ilim yolculuğumuz devam etti.
Medrese Hayatı
Medrese tecrübenizi anlatır mısınız?
Şark’taki medreselerin Osmanlı zamanındaki tertibi bir değildi. Osmanlı medreseleri resmî idi. Yaşlı bir âlimden sordum: –Ömrü o zaman 90 yaşlarında vardı, ben de 12-13 yaşlarındaydım– “Sizin medrese kaideniz, usulünüz nasıldı?” Cevap verdi: “Evvela Emsile’yi okurduk, sonra Bina, sonra İzzi, sonra Avamil-i Birgivi, sonra İzhar, sonra Merahi, sonra Kafiye, sonra da Câmi okurduk. Tertip eskiden böyle idi” dedi. Bizim okuduğumuz zamanda ise, altı senede medreseyi bitirdik. Talebeye yarım sayfa gösteriyor, bir saatte, bunu mütalaa et, gel diyordu hocalar. Mütalaaya gelirdi, hoca da: “İbareyi oku” derdi. İbareyi doğru okuyunca not verir, ibareyi okuduktan sonra, terkibi/irabı sorarlardı. Buna göre not verirlerdi.
Medresede Müzakere Çok Mühimdir
Daha sonra talebe kitabı eline alırdı, hoca da ona: “Bu okuduğunu yaz” derdi. İmlayı da doğru yazarsa ona da not verilirdi. Bu kitapları altı senede bitiriyorlardı. Ben ise şark usulüne göre bitirdim. Sonraki, resmî olmayan medreseler, orada adet olarak o usulü okumuyorlardı. Avamil okuyorlardı, Zuruf okuyorlardı, bunları topluca (sınıfça) okumuyorlardı, tek tek okuyorlardı. Herkes tek tek okuyordu. Talebenin kuvvetine göre ders verilirdi. İki talebe aynı dersi okumazdı. Bazısı kuvvetli, bazısı zayıftı. Mesela benim okuduğum bir dersi onlar bir haftada okuyorlardı. Ben yatsı namazını kılınca yatardım, onlar yattığı zaman kalkar, dersime çalışırdım. Herkes ferdî ders okurdu.
Ders okuduktan sonra talebeler bir araya gelir, müzakere ederlerdi. Talebeler, kendilerinden daha ileride bulunan talebelerden istifade ederdi. Hocadan bazen utanıyorlardı,
sual soramıyorlardı ama kendinden kuvvetli talebeye sual sorup istifade ediyorlardı. Medresede müzakere çok mühimdir. Onlar “Maksud”u okumuyorlardı, “İzzi” okuyorlardı,
“Merah”ı de okumuyorladı fakat ben okudum. Sarf metinlerini tamamiyle hıfz ettim. Birinci gün otuz üç defa tekrar ederdim, ikinci gün elli defa tekrar ederdim. Merah’ı ise yüz defa tekrar ediyordum. Ertesi gün de yüz elli defa tekrar ediyordum, “Kafiye” de o şekilde. Herkes farklı kitabı okurdu. Biri İzzî okuyordu, biri Câmi okuyordu…
*
Hoca ne zaman şevklenir?
Bir hocamızın kardeşi vardı –Allah rahmet eylesin- o daima dersini önce okumak istiyordu. Fakat hoca onun dediğini tutmuyordu. Herkes kuvvetine göre okurdu. Hoca dersini anlatırken talebe dinlerdi. Bazı ibareleri beraber okurlardı. Dinleme daha uygundur. Ama dinlemek sükut değildir. Talebe beli, beli, beli (evet, evet, evet) derdi, hoca da biliyorlar da evet diyorlar, zannediyordu. Talebe “beli” dedikçe hocaya bir kuvvet gibi oluyordu. Sükut edince çok aşka gelmiyordu, beli’ler hocaya kuvvet oluyordu. Halbuki bu bir adet olmuştu, bilmeyen de beli, beli derdi. Bazıları arada soru sorarlardı. Bazısı kitapları er bitirirdi, bazısı geç bitirirdi. İşte bu altı senede okunan kitapları ben bir senede okudum. Çok okuyordum.
Aza Kanaat Ederdim
Talebeyken çok aza kanaat ederdim. Talebe Ramazan ayında zekât mukabilinde imamlık yapmak için giderlerdi. Ben kanaat eder, gitmezdim. Hatta yola giderken ayakkabımı -yırtılmasın diye- ayağımdan çıkarır, elime alırdım. Kimseden istekte bulunmuyordum. Zekât için gezme âdetim yoktu. Bizim dönemde böylece okumaya çok önem veriliyordu. Bazısı bu ilme başlardı, askerliği gelince askere gider, askerden gelince ilmini tamamlardı, senelerce buralarda kalırdı. Bazıları er bitirirdi. Kitaplar elime geçince çok okuyordum. Suriye’de uzun seneler kaldım, harp zamanıydı, bir kitap okuyabildim. İki buçuk senede Cami’yi zor okuyabildim.