İSLAM FIKHINDA TASAVVUFUN YERİ

İslam Dergisinde yapılan bir ropörtaj
İSLAM: Tasavvuf deyince ne anlıyoruz, tasavvuftan gaye nedir?
M. Emin ER: Tasavvuf: Sahabelerin, Allah dostlarının yoludur. Allah’a zahiren ve batınen kulluk yapabilmenin adıdır. Ruhsatlardan sakınıp, azimetle amel ede-bilmektir.
Tasavvuf: Kulun bütün hareketlerinde Allah’tan bir an bile olsa gafil olmayarak sürekli Allah’ı anması, O’nu zikretmesidir.
Abdulhalık-ı Nedvi risalesinde, tasavvuf: Fıkh-ı batındır, tezkiye-i nefstir, tas-fiye-i nefsdir demiştir.
İSLAM: Daha önceleri tasavvuf yoktu. Tasavvuf dış tesirlerden etkilenme bir şeydir. Yunan, Hint, İran tesirlerinden meydana gelen bir oluşumdur diyorlar.
M. Emin ER: Bunlar çok yanlıştır. Tasavvuf İbn Haldun’un Mukaddime’sinde de beyan ettiği gibi, İslam’ın esaslarından bir esastır. Sahabelerden gelmedir. Yalnızca isim olarak ve Hadis-i Şeriflere bakarsak, Allah ve Resulünün bizlere bildirdiği emirler ve nehiylerin büyük bir çoğunluğunun batına taalluk ettiğini görürüz. Hatta zahiri gözüken Gazali rh.a.nın buyurduğu gibi ahkam-ı batın, ahkam-ı zahirenin şartlarından kabul edilmiştir. Allah’ın emirlerini bu şekilde anlamışlar ve öylece uygulamışlardır. Yani önce kalplerinde, batınlarında Allah’ın emirlerini tahakkuk etmişler sonra hayatlarında ve çevrelerinde uygulamaya koyulmuşlardır.
Hatta İmam-ı Azam efendimiz fıkhı tarif ederken: ‘Kişinin lehinde ve aleyhin-de olanları bilmesidir.’ demiştir. Daha sonraları bu tarifin Batıni kısmı ve anlayışı terk edilerek sadece zahiri kısmı ele alınmış ve öylece yorumlanmıştır.
Sahabe ve tabiin döneminde ilimler ‘sudur’ larda ve kalplerde olduğu için zahir ve batın birlikte değerlendiriliyordu. Sonraları ilim ‘sudur’ lardan satırlara geçince, yazıya ve kitaplara dönüşünce ilm-i zahir ve ilm-i batın diye ayrımlar yapıldı. Alimlerin bir kısmı fıkh-ı zahirde meşhur oldular; İmam-ı Azam, Ahmed Bin Hanbel, İmam Şafii ve İmam Malik gibi. Bir kısım alimlerde fıkh-ı batında meşhur oldular. İbn Sirin, Hasan-ı Basri, Cüneyd-i Bağdadi gibi. Fıkh-ı batınla uğraşanlar arasında –zamanın gereği- bir kısım ıstılahlar, işaretler gelişti. Fena, beka, seyr, süluk … gibi. Bunun ya-nında vesilelerde de ihtilaflar baş gösterdi ve fıkh-ı batında ayrı ayrı yollar izlemeye başladılar. Böylece ayrı ayrı isimlerde tarikatlar meydana geldi. Nasıl mezheb imamları arasında meselelerde ihtilaf olmuş ve Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli mezhebleri doğmuşsa, fıkh-ı batında yani tasavvuftaki ihtilaflar yüzünden de Nakşi, Kadiri, Ru-fai, Çeşti, Sühreverdi, Kübrevi … gibi tarikatlar oluştu. Bunlarda gayet normaldir. çünkü her biri Allah’a yaklaşmada, Resulün sünnetine ittibada, inançta değil de, amelde ayrı ayrı yollar denemişlerdir.
Bunun dışında tasavvufa dışarıdan ne İran ne Hind’den neden Yunandan ufak bir tesir olmuştur.
Çünkü zühd ve takva hayatında her biri örnek ve önder olan sahabe ve selef-i salihin efendilerimiz, Peygamberimizin: “Bizim dışımızdakilere benzeyen bizden de-ğildir”, “Kim bir kavme benzerse o onlardandır” buyruklarıyla dış tesirlerden etki-lenmeyi zaten kendilerine haram kılmışlardı. Tasavvuf Kuran’da ve Hadislerde, zahiri ve Batıni olarak mevcuttur. Bu yüzden tasavvufa hiç kimse bidattır diyemez. İbn-i Kayyım’ım buyurduğu gibi, tasavvufu kabul etmemek bidattır.
Mesela, nahv ilmi, sarf ilmi, kelam ilmi sonradan oluşmuştur. Ama hiç kimse bunlara bidattır diyemez.
İSLAM: Hocam, tasavvufi hayatı sahabelerin ve selefin hayatıdır diye tanım-ladınız. Sahabe ve tabiin’in bu hayata yönelişleri elbette Kuran’a ve Hadislere da-yanmıştır…
M. Emin ER: Tabi, Kuran bu hayatı anlatan ve emreden ayetlerle doludur.
“Cinleri ve insanları başka şeyler için değil; ancak bana ibadet etsinler diye ya-rattım” (Zariyat -56)
“Allah’ı unutanlardan olmayınız, unutanlar gibi olmayınız” (Haşr -19)
“Ey iman edenler! Sabah akşam Allah’ın ismini anınız ve Allah’ı çok çok zik-rediniz, onu sabah akşam tesbih eyleyiniz…” (Ahzab -41-42)
“Allah’tan nasıl korkmak lazımsa o şekilde korkunuz, Allah’tan hakkıyla kor-kanlardan olunuz ve (ne yapıp edip) muhakkak Müslümanlardan olarak ölünüz…” (Ali İmran -102)
Fatiha suresindeki “Sıratı Mustakim” ayeti…
Bu ayetler tasavvufi hayatın Kuran ayetlerindeki ifadeleridir.
İSLAM: Tasavvuf, tezkiye-i nefsi gaye edinir demiştiniz. Bu gaye ile ilgili ayetlerden de rica etsek.
M. Emin ER: Tezkiye-i nefs hususunda Kuran’da sayılamayacak kadar çok ayet vardır: “Yalan söylemeyin, takva sahibi olunuz, ölçüyü tartıyı eksik etmeyiniz, birbirinizi öldürmeyiniz, hırsızlık yapmayınız, hakkı ve sabrı tavsiye ediniz, muhlis-lerden olunuz…” gibi. Ayrıca Haşr suresi 18. ayette; “Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz, sakınınız, takva ehli olunuz ve kişi şimdiden o tarafa (ahiret için) ne gön-derdiğine baksın…”
Görülüyor ki, takva ve amel-i Salih tavsiye ediliyor ve muhasebe korkusu veri-liyor mümine.
Bir başka Ayet-i kerime’de: “Kim nefsini temizleyebilmişse, tezkiye edebil-mişse, o felah bulmuştur. Kim ki bunu başaramamışsa o da hüsrana uğramıştır. Çok pişmanlık duyacak bir duruma düşmüştür.” (Şems -9-10) buyrularak kalp ve Batıni temizliğin ehemmiyetine dikkat çekilmiştir.
Bütün bunlara bakarak şunu diyebiliriz: Allah’ın emirleri hususi değil umumi-dir. Zahir ve batın birdir. Tasavvuf mana olarak bu umumi emirlerden beyan buyrul-muştur.
Bir insan ne kadar amel işlerse işlesin iman olmayınca bir hiçtir, imanlının ameli de ihlaslı olmayınca bir hiçtir. İşte tasavvuf bunları emrediyor zaten.
Ayet-i Kerime’de “huşu içerisinde namaz kılan müminler muhakkak kurtul-muşlardır.” Buyuruluyor. Huşu, nefsle ve kalple ilgili bir emirdir. Fıkh-ı batın dedi-ğimiz tasavvufu ilgilendiren bir emir. İşte tasavvuf huşu’u kandırıcı ameller işletiyor insana. Kuran’da emredilen bu hususu ilm-i tehzibi ahlak olan tasavvufla kazanıyor-sunuz.
Kuran’daki zahiri yasaklarla Batıni yasakları bir karşılaştıralım: En büyük gü-nah zina, katl, yetim malı yemek .. vb. hususlardır. Ama bir riya, bir şirk gibi Batıni günahlar itikadı ilgilendiren günahlardır. Zina yapan tevbe etse ve cezasını çekmişse cennete gidecektir. Fakat şirk halini yaşayanlar hiçbir zaman cennete gidemeyecek-lerdir. İşte burada tasavvuf kalbi şirklerden, putlardan arındıran bir fonksiyon yük-lenmektedir. Kalpte imanın “kemal” noktasında yerleşmesini sağlamaktadır.
Bir Hadis-i şerif’te: “Cenab-ı Allah üç taifeyi çağıracaktır; alimler, zenginler ve şehidler. “benim için ne yaptınız?” diye sorulduğunda alimler; “nasihat ettik, tebliğde bulunduk” zenginler, “yol yaptırdık, cami yaptırdık, zekat verdik, sadaka dağıttık” şehitler, “kafirleri öldürdük, cihad ettik” diyeceklerdir. Cenab-ı Hak her üç zümreye de atın bunları cehenneme, bunlar benim rızam için değil, kendi gurur ve ucubları için, ne güzel alim, ne hayırsever zengin, ne kahraman kişi desinler diye hareket ettiler buyuracaktır.” Demek ki, ibadetlerde riyadan kaçmak ve muhlis olmak asıldır.
Biz buna Fıkh-ı Batın diyoruz. Fıkh-ı batın, fıkh-ı zahir için çok önemli bir şarttır. Abdestsiz namaz olmayacağı gibi, ihlassız da ibadet olmayacaktır.
Şimdi kalkıp ihlası kazanmak, riyadan sıyrılmak için, nefsini terbiye etmek için uğraşan, tasavvufa gönül vermiş insanlara, “bu yaptıklarınız şeriatta bile yoktur, bu da nereden çıktı?” derseniz, onlara verilecek cevap ‘İslam’ı iyice öğrenmelerini ve cahillikten kurtulmalarını tavsiye etmek’ olacaktır.
İSLAM: Yanlı anlamıyorsak şeriat ilmi nasıl fıkh-ı zahir ise, tarikat ilmide fıkh-ı batındır. İkisi de iç içedir. Et-kemik mesabesindedir. Birbirinden ayrılığı düşü-nülemez.. Ayrılığın da İslami bir yaşantının – Allah’ın hoşnut ve razı olduğu şekilde- kolay kolay gerçekleşemeyeceğini söylüyorsunuz…
M. Emin ER: Evet. Allah’tan bir an bile olsa gafil olmamayı öğütleyen ve onu kazandırmaya çalışan tarikat ilmi, İslam’ın özüdür. Ta kendisidir. Resulullah efendi-mizin: ‘ helal ve haram apaçıktır. İkisinin arasında şüpheliler vardır.’ Buyurduğu gibi, insanları haramdan uzaklaştıran şeriat ilminin yanında, şüphelilerden bile- velev ki bir kerahet-i tenzihiye olsun- kaçındıran, ondan müntesiplerini uzaklaştıran tarikat ilmini bilmek ve yaşamak gerekir.
İnsanı şüpheli hallerden sakındıracak husus da, kalpte kazanılacak manevi de-ğerlere bağlıdır. Zikir, tefekkür, haşyetullah, takva, vera… gibi. Bunları kazandık mı bütün bir bedenimizin Salih olacağını zaten kudsi hadis bildirmektedir.
Çünkü kalp bedenin bütün azalarına karşı bir ‘emir’ makamındadır. Bütün aza-lar kalbin durumuna göre manevi hal alırlar. Bu yüzden tasavvuf ıslah-ı kalp ile uğ-raşmıştır. Ta ki, kalbe ve insana ihsan makamını kazandırıncaya dek. İhsan: Allah’ı görüyormuşçasına ibadet edebilmek makamıdır.
İSLAM: Peki bu ‘hal’leri insan tek başına mı kazanacak? Herhalde bunun da bir usulü ve uslubu olsa gerekir.
M. Emin ER: Tabi insan kendi kendisine bu işleri yapamaz. Nasıl bir ilim için bir hocaya, bir öğreticiye, bir mürebbiye, ihtiyaç duyuluyorsa, bu da bir manevi ilimdir. Bir öğreticiye, bir mürebbiye ihtiyaç duyulacaktır. Bunun usulü de budur. Herkes kendi kendine ‘ben nefsimi ıslah edebilirim, ben kalbimi temizleyebilirim…’ diyemez, bu fıtrata aykırıdır. Peygamber s.a.s efendimiz: ‘beni Rabbim edeblendirdi ve en güzel edeble edeblendirdi.’ buyurmuştur. Peygamberimiz, kainatın yaratılışının müsebbibi bunu beyan buyurursa biz ne diyelim. Allah yardımcımız olsun. Öyle kendi kendine bu işler yürümez.
Bu konunun ehliyetlilerine de evliya, meşayıh denilmiştir. Bu zat-ı muhteremler İslam’ı bilen, yaşayan zühd ve takva hayatlarıyla maruf olan Allah dostlarıdır. Bu zatların bu ilmi öğrettiği mekteplerin adına da tarikat denilmiştir.
İSLAM: Tarikat deyince bir soru sormak istiyoruz. Tarikat; tasavvufi yaşantı-nın organize edilmiş, disiplinize edilmiş bir şekli ve ilim haline gelmiş bir ekolü müdür?
M. Emin ER: Tarikat, tasavvufi yaşantının daha belirgin hale gelmesi, ona bir takım isimlerin kazandırılmasıdır. Mürid, Mürşid, İntisap, Rabıta, Keramet… gibi. ta-savvufi yaşantı şahıslar yoluyla geliştiği için, Allah’a varmada metot farklılığına dü-şüldüğü için tarikatlar meydan gelmiştir. Nasıl zahir ilimlerde müctehidler, imamlar ihtilafa düşmüş ve Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleri oluşmuşsa ve hepsi de haksa, Batıni ilimlerde de imamlar yani evliyaullah Allah-u Teala hazretlerine kamil manada bir kul olabilmek için çeşitli ihtilaflara düşmüşler ve Nakşibendi, Kadiri, Ru-fai, Çeşti, Kübrevi… gibi tarikatlar meydana gelmiştir. Bizler nasıl mezheplere inanı-yorsak, öylece tarikata ve sahih tarikatlara inanmak mecburiyetindeyiz
İSLAM: Efendim tarikatların Allah’a yaklaştırıcı amellerde- öncelik sırası açı-sından- ihtilafa düştüğünü söylediniz. Bunlardan biri de zikirdir. Kur’an-ı Kerim’de namaz, zekat ve oruç kelimelerinden daha çok zikir kelimesi geçmektedir. Nedir ta-savvufi zikrin İslam fıkhındaki konumu?
M. Emin ER: Zikir lügat da hatırlamak, anmak manasındadır. Farz, Vacip, Müstehab, Mekruh olan zikirler diye kısımlara ayrılmıştır.
Mü’min kişi, ‘ Allah beni görüyor, yaptıklarımdan haberdardır, benim yaptığım haram mıdır helal midir?’ diye düşünür ve ibadetlerinde hep bunları hatırlarsa bu farz olan zikirlerden olur. Hadislerde belirtilen lafzatullah ve kelime-i tevhid zikirleri ise müstehabdır. Bu zikirlerin hükmen pis olan yerlerde söylenmesi de mekruh olur.
Zikir apaçık olarak ayet, hadis ve icma ile bildirilmiştir.
İSLAM: Zikrin cehren veya sessizce yapılış şekillerine ve ona belli kaideler kazandırılmasına bid’attir diyenler oluyor.
M. Emin ER: Bu kupkuru bir davadır. Bid’at: İbadet niyetiyle Allah ve resu-lünden ne sarahaten ne delalaten ve ne de işaret-en izin verilmeyen hususlardır. Zikir ise; Kur’an da ve hadiste sarahaten ve hatta işareten beyan edilmiştir. Tıp ilmini oku-madan tabiplerle mücadele haksızlıktır. Ziraati bilmeden ziraatçiyle münakaşa yersiz-dir, abestir. Şimdi bu ilmi bilmeyen insanlar bu durumdadır. Zikr-i hafi demek; ses-sizce Allah’ı zikretmek, Allah’ı anmak ve bütün bir bedeni Allah’ı tefekkür etmeye konsantre etmek demektir. Hz. Allah Kur’an da tefekkürü emretmektedir. Tefekkürü olmayan mü’min ayetlerde dört ayaklı mahlukata benzetilmiştir. Şimdi kalkıp dilini damağına yapıştırarak kalpten ‘Allah, Allah…’ diyen kimselere, böyle tefekkür içeri-sinde ibadet eden bu Müslüman’a bidat işliyorsun dersek Allah’u Teala hazretleri bizi elim bir azapla cezalandırır. Onun için kişiye önce insaf ve vicdan gereklidir. Allah’ın bahşettiği, lutfettiği idrak inşallah hepimizde bulunur.
Onlar (tasavvufa, zikre karşı çıkanlar) bilmediklerinden dolayı böyle konuşu-yorlar.
İSLAM: Bir de “nefyü isbat” denilen zikir çeşidi var. Ses ve hareket olmadan kalpten Kelim-e Tevhid’i zikretmek.
M. Emin ER: Bu zikri Abdulhalık Gucduvani hazretlerine Hızır aleyhisselam tarif etmiştir. Hızır a.s.’dan da asla ve kat’a bidat sadır olmaz. Üstelik bu zikir çeşidi ne ayetlere, ne hadislere ve ne de icma’ya muhaliftir. Kuran’da belirtilen tefekküre teşmil edilmiş ve tavsiye edilmiştir. Bu zikir çeşidi, tasavvuf ehlince kalpte ve neftse yerleşmiş bulunan mezmum –kötü- huyları yok etmek ve yerine güzel ahlakı yerleş-tirmek için en etkin formül olarak kabul edilmiştir. Ayrıca nefyü isbatta tamamen zik-rin manasının tefekkürü söz konusu olduğu için büyük sevap kazanılmış olur. Çünkü ibadetlerde asıl olan lafız ve mana birliğidir. Yani dilimizle söylediğimiz şeyi kalben ve alken manasını iyice bir tefekkür edebilmeliyiz.
İSLAM: Tarikat deyince ister istemez mürid ve mürşid yani şeyh ve talebe kavramları gündeme geliyor. Nedir bu kavramların İslam fıkhındaki yeri?
M. Emin ER: Mürşid, “if’al” babından ismi fail olup,yol gösterici manasınadır. Bu manada bütün hocalar, muallimler mürşid sayılırlar. Maddeten ve manen kimse mürşidsiz, yol gösterici olmadan bir şey yapamaz. Mürid de; irşad olmayı arzulayan, isteyen kişi manasınadır. Müteallimle muallim gibi… tasavvufi manada mürşid ise; kalben Allah’u Teala Hazretlerinin dilediği ve ferman buyurduğu şekilde terakki eden ve bu haliyle insanları irşad eden kişidir.
İSLAM: Fıkıhta müctehidler için nasıl bazı şartlar varsa, tasavvufta da mürşid için belirli bazı şartlar vardır herhalde?
M. Emin ER: En azından alim olma, ilmi ile amil ve ihlsa şartı vardır. Kısaca alim olmak, ilmi ile –hem kendisi hem de çevresi- amel etmek ve bütün amellerinde de muhlis olmak gerekiyor. Bir de bunlara ilaveten zühd ve takva şartı da bazı alimlerce istenmiştir ki, o zaman kamil mürşid olunur. Seleflerimizin mürşidlerinin özellikleri de bütün bunlardır. Hasan-i basri, Selman-i Farisi ve Cafer-i Es-Sadık gibi selef alimlerimiz hep bu özelliklerde idiler.
İSLAM: Bu manada düşünüldüğünde ümmetin gerek fıkhı zahirde ve gerekse fıkhı batında ilk mürşidi Hazreti Resulullah sav efendimizdir. Tasavvufi manada Haz-reti ebu Bekir Es-Sıddık (ra) ve Hazreti Ali (ra) efendilerimiz bu ilk kaynaktan feyz almışlardır. Bu yüzden tarikatların başlangıcı olarak hep hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali zikredilir. Yani bütün kollar onlardan başlar. Fıkıhta bu durumu nasıl açıklıyorsu-nuz? Özellikle kaynaklarda böyle bir haber yoktur, bu tarikatlere delil değildir diyenler için soruyoruz.
M. Emin ER: Eğer insan Hadis-i Şerifleri takip ederse, efendimizin umumi emir ve buyruklarının yanında da bazı şeyleri özel olarak fertler planında izah buyurmuş olduklarını görür. Peygamber (sav) Ebu Bekir Es-Sıddık efendimize hicret anında mağarada ve Hz. Ali efendimize de Medine’de zikri kalbiyi ve zikri cehriyi talim buyurmuşlardır. Yani o kadar sahabenin içerisinde özel olarak bu ikisine zikri talim etmişlerdir. Bizim için önemli olan bu hadisenin “tevatüren” bize kadar gelmiş olma-sıdır. 15 asırdır tabiin ve tebai tabiinden bu yana bütün alimler, Salihler ve hatta halk-tan en cahil kişiler bile tevatüren bu hadiseyi anlata gelmişlerdir.
Bu güne kadar gelmiş bütün tarikatlar da icaze yoluyla Hz. Ebu Bekir Es-Sıddık ve Hz. Ali efendilerimize kadar uzanmışlardır. Bu halde “mütevatir” olarak gelmiştir. Mütevatir hale dönüşen tarikat silsileleri de bir tane değil, yüzlercesi “mü-tevatir haber” haline dönüştüğü için en kuvvetli delildir. İsbat için başka delil aramaya hacet yoktur. Çünkü bütün mezhebler ictihadında “mütevatir haber” delillerin en bü-yüklerinden sayılmıştır.
Mesela birisi kalkıp “ben yer yüzünde Paris, Londra, Moskova şehirlerinin ol-duğuna inanmıyorum, bana isbat edin” dese, o kişiye sadece gülünür ve acınır. Çünkü Paris, Londra ve Moskova vardır, gitmeyenler ve görmeyenler için tevatür yoluyla an-latıldığından ve sabit olduğundan varlığı kabul edilir. Yine biri kalkıp “ben Nuh tufa-nına inanmıyorum, İsa aleyhisselamın ruhları dirilttiğine inanmıyorum vb” dese, ona isbat için ayrıca delil sıralamaya gerek yoktur. Bütün bu hadiseler “mütevatir haber” olarak bu güne kadar anlatıla gelmiştir.
İSLAM: Mürid ve mürşidi anlatmışken her ikisinin arasındaki manevi bağı oluşturan intisaptan söz açsak biraz da…
M. Emin ER: İntisap; bağlanmak, beyat etmek, bir kişiye nisbet olmak mana-larına gelir. Bağdatlıyım, Ankaralıyım derken bu beldelere nisbet edilmiş oluyor. Filan kişi benim şeyhimdir derse, o şeyhe o kişinin intisaplı olduğunu anlıyoruz. tasavvuftaki intisap beyat manasınadır. Beyat meşrudur. Sahabe efendilerimiz peygamberimize ve dört halifeye beyat etmişlerdir. Tasavvufi manada beyat, yani intisap: şeyhin Allah ve Resulü için söylediği nasihatlara uymak, sünnete sarılacağına, ahlakını güzelleştireceğine ve hep İslam yolunda çalışacağına şeyhinin huzurunda söz vermek ve sözleşmek demektir. Bu meşrudur. Kitapta ve sünnette beyan edilen hususların da-ha organizeli bir şekilde yerine getirilmesidir. Mesela: intisaptan sonra abdestsiz gez-miyorlar, zikir, tesbih ve diğer nafile ibadetleri bol bol yerine getiriyorlar. Bunlar zaten sünnet-i Resulullah’da tavsiye edilen hususlardır.
İSLAM: Bir de kerameti sorsak. Nedir keramet? Ve fıkıhtaki yeri…
M. Emin ER: Keramet, lügat itibariyle harikulade hadise, olağanın dışında, olağan üstü bir şey manasınadır. Su üzerinde yürüme, havada uçma gibi.
Keramet ayet, hadis ve icma ile sabittir. İnkarı, Allah korusun belki de küfür-dür. Ehl-i sünnet akaid kitaplarının hemen hepsinde belirtildiği gibi “evliyanın kera-meti haktır” denilmiştir. Ömer En-Nesefi, Taftazani gibi akaid alimleri kerametin hak ve hakikat olduğunu delilleriyle beyan etmişlerdir.
Kuran-ı Kerim’de Ali İmran suresinde Allah Teala hazretlerinin: “Ey Mu-hammed! Bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir…” buyurduğu haber kerametin en büyük delilidir. Ali İmran suresi 37. ayette; “Zekeriyya mescide her girişinde Meryem’in yanında bir yiyecek bulurdu. Ey Meryem! Bu sana nereden geldi? Demiş, o da bu Allah’ın katındandır cevabını vermişti. Doğrusu Allah dilediğini hesapsız rı-zıklandırır” buyrulmuştur.
Ayette kesinlikle dışarıdan yemek alması mümkün olmayan Hz. Meryem vali-demizin önünde bir sofra oluştuğu, kış mevsimi yaz yiyecekleri, yaz mevsimi kış yi-yeceklerinin bulunduğu türlü türlü hesapsız rızıklarının ihsan ve iltaf edildiği rivayet edilmektedir.
Yine Meryem validemizin doğum yaparken yaslanmış olduğu kuru hurma ağacının yeşillenmesi ve ona canlılık gelmesi, Süleyman aleyhisselam’ın vezirinin Belkıs’ın tahtını Yemen’den Filistin’e bir anda getirmesi –ki iki aylık bir mesafedir- hep keramet hadiseleridir ve bunlar Kuran’da bahsedilmiştir.
Yine Beyhaki’nin rivayet ettiği hadisi şerifte Hz. Ömer hutbede iken İran’ın bir bölgesindeki askerlerine ve komutanı Sariye’ye onların düşman karşısındaki du-rumlarını apaçık görmüş ve “Ey Sariye! Dağa doğru, dağa doğru” diyerek ordusuna seslenmiş ve üç aylık mesafedeki ordu ve komutanı sariye Hz. Ömer’in bu sesini aynı anda işitmişlerdir. Sonra Ashab-ı Kehf’in üç yüz sene uykulu kalma durumları ve sonra uyanmaları… bunların hepsi ayet ve hadislerde açıkca belirtilen keramet örnekleridir. Ve keramet bu yüzden ehl-i sünnet alimlerince akide olarak kabul edilmiş ve kerameti kabul etmeyenler mübtedi, yani ehl-i sünnetin dışında kabul edilmiştir.
İSLAM: Bir de keramet gibi gözüken ama şeytani olan olağan üstü hallerin görüntüsü olan istidrac var…
M. Emin ER: Zamanın muterizleri keramet ile mucize birbirine karışıyor, bu yüzden keramet sakıncalı oluyor demişlerdi. Her şeyden önce mucize yalnızca pey-gamberlere verilen ve Nübüvvet iddiasını belirten bir husustur ve onda meydan okuma vardır. Keramet ise, Allah’ın veli kullarına bahşedilen bir iltifattır. Meydan okuma ve her hangi bir iddia yoktur. Keramet ile istidrac arasında, yani sihrin arasındaki fark; kerameti gösterenin veli oluşu, Allah dostu oluşu, islamı bihakkın yaşayışı ve çevresine de yaşatmaya çalışmasıdır. İstidracı yapan ise, islamda gayri samimidir. İs-lami yaşantıda nifak içerisindedir. İlmi ve ihlası, zühd ve takvası yoktur. Fısk ve fücur hayatı içerisindedir. İşte bu kişilerin gösterdikleri olağan üstü hadiseler sihir ve istidrac olarak anılır. Bizim kerametle istidracı ayırt etmemizin en önemli mikyası kişinin islamı yaşayıp yaşamamasıdır. Cenab-ı Allah fasık bir insanı yaptığı ve gösterdiği ile daha da mağrur olsun diye imtihan ederek o kişinin istidracına izin veriyor. Ayrıca diğer Müslümanlar da o kişinin istidrac halini bilmekle imtihan oluyorlar. Ve yine bu fasık kişilerin yaptıklarıyla iyice mağrur olduklarından cehennemde daha çok yanmak için kendilerine sermaye biriktiriyorlar. Azapları, cezaları artmış oluyor.
İSLAM: Mürşid için söylediğiniz ilim, amel, ihlas şartına vakıf, zühd ve takva yaşantısı olan zatların kerametlerini bilip “üstadımızın şöyle şöyle kerametleri vardı…” diye anlatılsa, “insanın içinden geçenleri bilirdi, bolluk ve bereket kendisiyle beraber olurdu” gibi ifadelerle kişi üstadının kerametlerini belirtse ne olur.
M. Emin ER: Keramet iki kısımdır.
A) Şirki muhtevi olanlar
b) Şirki muhtevi olmayanlar (Tamamen Allah’ın bahşettiği, kendisinin bile bilmeyerek oluştuğu kerametlerdir.)
Mesela bir grup insan “biz bu gün şeyhin evine gideceğiz, eğer bize şu soruyu sorarsa o şeyhtir” derse ve tevafuken de şeyh gelenlere, gelenlerin arzularında olan soruyu sorarsa bu bir keramettir. Bunun üzerine kişi ona bağlanıp “bizim şeyhimiz bi-zim kalbimizden geçenleri bildi” dese, o kişi doğru söylemiş olur. Çünkü bu olayı ay-nen yaşamıştır. Bu sözle de kesinlikle de şirke girmiş olmaz. Çünkü kalplerdeki hissi-yatı bilmeyi o zata hissettiren yine Cenab-ı Allah’tır. Şeyhin bundan hiç haberi olma-mıştır. Maslahat gereği Allah lütfetmiştir. Kim şimdi bu sözü söyleyen kişiye “bu söz-ler şirktir” dese, hafazanallah imtihanda bulunan kişinin akıbetinden korkulur. Zira ehli sünnette Müslüman biri tekfir edilemez. Edilirse karşıda bulunmayan hal aynen kendisine rücu eder. Allah akıbetimizi hayreylesin.
Allah’ın dostları veli kimseler Allah Teala hazretlerinin bildirmesiyle ve bil-dirdiği kadarıyla gaybe ait hususları bilirler.
Şirki muhtevi olan keramet ise, müridin mürşidine atfen “benim şeyhim gaybe ait her şeyi ve bütün tafsilatıyla bilir” demektir. Çünkü her şeyi ve bütün tafsilatıyla bilmek yalnızca Allah’ın ilmine aittir. Hatta peygamber (sav) efendimiz bile gaybı bilmek konusunda sınırlıydı.
Kerametlerde dikkat edilecek husus, keramet için söylediklerimizin, Allah’ın sıfatlarıyla mana ve muhteviyat olarak bütünleşmemesidir. Buna çok dikkat etmeliyiz.
Kerametler ikiye ayrılır.
A) Büyük keramet
B) Küçük keremat
Şeriat dürbününden bakıldığında kişinin “İstikamet” yolunda gidebilmesi en bü-yük keramettir. Hele bu zamanda müminlerin istikamet çizgisinde olabilmesi çok bü-yük keramettir.
Küçük keramet ise, şeyh efendilerin gökte uçmaları, denizde yürümeleri, ateş ye-meleri… gibi. Üstelik bu tür kerametler tehlikelidir. Öbürüsünün tehlikesi de yoktur.
Yalnız kerameti elden geldiği kadar gizlemek gerekir.
İSLAM: İhtilafın en fazla olduğu konu rabıta konusu, yapılış biçimi, veriliş biçimi, şekli … vs.
M. Emin ER: rabıta, lügatta bir şeyi bir şeye bağlamak, ıstılahta ve tasavvufi ma-nada, müridin mürşidini cemalen karşısında ve iki gözü arasında bir nur gibi hissederek düşünmesi ve öylece tefekküre dalmasıdır. Veya şeyhinin hal ve hareketlerini tamamen aklında tutarak, tefekkür ederek, kendi hareketlerini şeyhinin hareketlerine benzetmesidir. Şeyhim böyle yedi, böyle içti, böyle hareket etti diyerek kendisini de o hareketlere benzetmesidir. Bu tür düşünmeye de rabıta diyenler olmuştur.
Rabıta meşrudur diyenler “sadıklarla beraber olmak” ayetini delil göstermektedir-ler. Sadıklarla beraber olmak, ya maddeten ya manendir. Kişi bedenen sadıklarla be-raber olur, onların sohbetlerine iştirak eder ve onlara hizmet ederse, maddeten beraber olur. Manevi beraberlik ise; Kişinin sadık zatın veya zatların huzurunda bulunuyor-muşçasına, onların sohbetindeymişçesine tefekkür etmesidir. Bir de: ‘Eğer Allah’ı se-viyorsanız, bana ittiba ediniz ki, Allah da sizin günahlarınızı mağrifet buyursun’ ayetini rabitaya delil göstermişlerdir. İttiba için iki şarta ihtiyaç vardır: ya bizzat tabi olunacak zatı görmesi veya onu hayal etmesi. Şimdi biz ümmet için Resulullah s.a.s’ı dünya gözüyle bizahiti görmek mümkün olmadığından hadis-i şeriflerin ve şemal-i Resulullah’ın ışığı altında peygamber efendimizi gözlerimizle, kalbimizle ve aklımızla hayal ediyoruz ve öylece sünnet-i seniyyelerine yapışmak istiyoruz. İşte bu yapılan rabıta manasında Resulullah’a ittibadır.
Şimdi bir şeyh ders tarif ederken işte böyle hareket edeceksiniz dese ve onu göre-meyen müridler de öylece hayal etse ve rabıta etseler şeyhlerine ittiba etmiş olurlar. Şeyhini görenlerde zaten şeyhini gözünün önüne getirerek, kendilerine verilen dersleri – ki bu dersler kulu Allah’a daha kolay yaklaştırabilmek içindir- yapmaktadırlar. İşte biz buna rabıta diyoruz.
Mesela Resulullah s.a.s. efendimiz hadis-i şeriflerinde ‘Ölümü çok çok düşününüz’ buyurmuşlardır. Şimdi ölümü düşünmek nasıl olacak? Elbette insan öldüğünü göz önüne getirecek, kefenlendiğini, gasledildiğini, cenazesinin kılındığını ve mezara defnedildiğini düşünecek. Bu neyle olur? Ölümü hayal etmekle, ölümle rabıtalı ol-makla mümkün olur. Zaten buna da tasavvufta ‘rabıta-i mevt’ demişlerdir.
Hadis-i Buhari’de de Hz. Ebu Bekir-i Sıdık r.a: ‘ Ya Resulullah! Tuvalette dahi seni görüyor, gözlerimin önüne cemaliniz geliyor ve haya eyliyorum…’ buyurarak rabıtayı işaret etmiştir. Bu hadis sahih hadistir.
Kanaatimizce rabıtanın en güzel delili şudur: Sahabe-i Güzin efendilerimiz pey-gamberimizin sohbet halkalarında bulunurlarken kalben, söyledikleriyle beraber pey-gamberimizi düşünüp zikrediyorlar ve büyük bir huşu’u yaşıyorlardı. Hatta bir kısım sahabe, efendimize gelerek ‘ Ya Resulullah! Bizler münafık olmaktan korkuyoruz. Huzurunuzda bulunduğumuz vakit sizleri kalpten düşünüyor ve zikr ile kendimizden geçiyoruz. Ama sizden ayrılınca bu durumu yaşayamıyoruz. Nifak mı oluyor korku-sunu yaşamaktayız.’ dediklerinde, peygamber s.a.s efendimiz: ‘Öyle düşünmeyin. Çünkü sizlerin o haliyle melekler musafaha ediyordu’ buyurdu. Kanaatimce bu en gü-zel delildir. Çünkü Resulullah’ın huzurunda da, ayrıldıklarında da rabıta ve zikir yapmıştır sahabe efendilerimiz.
Peygamberimizin yolunda giden ulema ve Salihlerimizde de, ümmetin yol göste-ricileri ve önderleri olduğu için irsen bu hal onlarda da bulunur. (peygamberin varisleri olması dolayısıyla) Yani bu gibi zatların yanında hep Allah c.c. hatıra gelir. Zikir hatıra gelir. Hadis-i şerifte de: ‘Sizin en faziletliniz, görüldüğünde Allah hatıra gelendir’ buyrulmuştur. Demek ki, herhangi bir şahsı gördüğümüzde Allah ve Resulü hatırımıza geliyorsa ve onun hali bizi takvaya sevkediyorsa o zat ümmetin ulularındandır, ulemadandır, sulehadandır. Bu gibi zatların yanından ayrılıp onların hallerini hatırı-mızda tutsak yani rabıta kursak yine Allah ve Resulü ve takva hatırımıza gelir. Şimdi bundan güzel bir şey olur mu?
Demek ki rabıta: Şeyhin suretini düşünmeyi, göz önüne getirmeyi vesile ederek, Allah ve Resulünün hatırlanmasına, zühd ve takvaya sevk etmektedir. Allah’tan gafil olmamayı kazandırmaktadır. Bunlar zaten kitap ve sünnetle emir olunan hususlardır.
Gerçek tasavvuftaki rabıta asıl, değil vesiledir. Bu da zaten şeyh ve mürit tarafın-dan bilinir. Ben bu konuda rabıtayı kabul etmeyenlere cevap olsun diye Suriye, Ürdün, Mısır ulemasına altı kadar mektup yazdım. Hepsi de zikri, neyfü ısbatı, rabıtayı kabul ettikleri ve bunların meşru olduklarını beyan ettiler.
Rabıta tasavvur etmektir. Cenab-ı Allah’ın dışında her şey tasavvur ve tahayyul edilebileceğinden şeyhin de tasavvuru, rabıta kurularak tahayyülü meşru görülmüştür.
Şimdi bu güzel vesileye karşı çıkanlara söylenecek şey: Allah kendilerine akıl versin, idrak ve anlayış versin.
İSLAM: Hocam rabıtanın gayr-i meşru, haram ve şirke götürücü şekilleri de oluyor mu?
M. Emin ER: Tabi. Rabıtayı maksat edinirsen, maksut bilirsen… Müritler rabıta ve tesbihatlarının sonunda ‘ilahi ente maksudi ve rızake matlubi’ derler. Ayrıca rabıta herkese yapılmaz. Büyük zatlara, Salih kişilere rabıta edilir. İstikameti, fikri, zikri, gö-rüşü bozuk olana rabıta yapılmaz. O zaman bilmeyerek rabıta yaptığı kişi yüzünden insan Allah muhafaza itikaden tehlikeye girer.
Bir de cebinde, yanında resim taşıyarak ve karşısına resim koyarak rabıta edenler var ki, bu çeşit rabıta kesinlikle haramdır. Ve insana fayda yerine zarar verir. Avamdan bazı kişiler namazda bile rabıta yapıyorlarmış bu çok tehlikelidir. Kişi namazda fatiha’yı okurken ‘iyyake na’budu ve iyyake neste’in’ dediği anda şeyhiyle rabıtalı olursa bu şirke kadar götürür, insanı. Çünkü şeyhine ibadet etmiş ve şeyhinden yardım istemiş olur. Bunlar korkunç şeylerdir. Allah muhafaza buyursun.
İmam Gazali rh.a.’in buyurduğu gibi: ‘İnsan namazda huşu’lu olabilmek için ya-nında veya arkasında şeyhini veya o yörenin en alimi, salihi kişiyi düşünürse bu caiz-dir. Çünkü onu yapmakla namazda huşu’ sağlamaktadır. Bu çeşit rabıta da, sürekli zihninde tutarak değil, yanında o zat varmışçasına düşünülerek yapılır. Kalpte tutarak değil. Yani kişi kendisini Salihler meclisindeymiş gibi düşünüyor ve onlarla birlikte Allah’a ibadet ediyormuş gibi kabul ediyor.
İSLAM: Ehl-i Sünnet itikadında şefaat hakkı var. Her mü’minin, her velinin ve her alimin olduğu gibi… Mürşidin müritlerine ahiret gününde tasarruf hakkı, şefaat hakkı var mıdır?
M. Emin ER: Şefaat bütün ehl-i sünnet mezheplerine göre müttefekun aleyh (üze-rinde ittifak edilen) bir konudur. Ayet ve hadislerle sabittir. İnkarı da küfrü gerektirir. Hatta ibn Teymiye gibi bazı konularda itikadi hassasiyeti fazlasıyla taşıyanlar, tasav-vufa çatanlar bile –inkar etmemiş- şefaatin hak olduğunu sarahaten bildirmişlerdir. İbn Teymiye Akide-i Vasıti de şefaati üç kısıma ayırmıştır:
A) Herkesin ızdırap içinde olduğu haşr gününde, nefsi nefsi bağrışılan günde, hat-ta diğer peygamberlerin de şefaat edemediği o büyük günde Resulullah s.a.s. efendi-mize verilen şefaat hakkıdır ki ona: ‘Makam-ı Mahmud’ denilmiştir.
B) Peygamberimizin büyük şefaatinden sonra bazı taifelere ve zümrelere ‘Bunlar da cehenneme gitmesinler’ buyurduğu şefaat hakkıdır ki bu da ‘Makam-ı Mahmud’ şefaatinden sonra gelir.
C) Bütün peygamberlerin, sahabelerin, sıddıkların, ilimlerin, Salihlerin, şehitle-rin…vb. zatların şefaatleridir. İbn Teymiye’nin beyan ettiği bu hususlar zaten Ehl-i Sünnet itikadında var olan şeylerdir.
Şefaat Ehl-i Tevhid için geçerlidir. Yani imanlı ve inançlı olanlara bu haktan ya-rarlanma vardır. Münafık ve kafir zümreler için şefaat hakkı yoktur. Nuh a.s. bile inançsız oğlu için şefaat hakkı dilerken, Allah Teala tarafından ikaz buyrulmuştur. Mürşit de müritlerine şefaat hakkına sahiptir. Allah Teala’nın dilemesi kadar şefaat hakkını istediği kimseler için kullanabilecektir.
İSLAM: Tasavvufta, Cezbe (kendinden geçme ve gayr-i ihtiyari aşırı hareketler yapma) diye bir hal var. Bunu sakıncalı yünleri var mı?
M. Emin ER: Bu tür cezbe, zayıf kimselerde olur.
Kuvvetli, madden ve manen kendine hakim olan kimselere pek meydana gelmez. Eğer kasten, bilerek edilirse, yapan kişi günahkar olur. Bilerek ve kasten bir toplulukta “Allah” diye nara atmak gibi. Bilmeyerek, kendinde olmayarak olursa mahzur yoktur.
Kanaatimiz odur ki mümkün olduğu kadar bu hallerden kurtulmak gerekir. Çünkü halk yanlış anlıyor ve gösteriş diye yorumluyor. Bir de zayıflığın alametidir. Hatta Habeşistan’dan bir taife Medine-i Münevvere’ye gelmişti. Ebu Bekir Sıddık r.a. efen-dimizin huzurunda bulundular. Onalar ‘Rahman’ suresinden ayetler okununca gözyaş-larını tutamayıp titremeye başlamışlar ve bayılmışlardı. Bunu üzerine Hz. Ebu Bekir r.a. efendimiz: “Biz de İslam’ın ilk günlerinde, başlangıcında böyleydik” demişlerdi. Terk etmek asıldır demişlerdir.
İSLAM: Zamanımızda İslam’ı daha güzel yaşayabilmek, daha kamil manada Al-lah’a kul olabilmek, daha iyi hizmetler üretebilmek için, bir büyüğümüzün tabiriyle: “Bedenlerde İslam yaşanmadan, beldelerde İslam’ın yaşanması mümkün değildir.” Bu bakış tarzıyla tasavvufi hayat için bizlere neler tavsiye edersiniz?
M. Emin ER: Eğer bir milletin fertlerinde tasavvufi hayat, tasavvufi anlayış yer-leşmemişse en azından ona karşı sevgi oluşmamışsa o milletlerin muzaffer olması çok zordur.
Islah-ı nefs, takva, sabır, sebat, ahlak-ı hamide ancak bu tasavvufi hayatla mümkün olur. Tarihte nusret ve zafer sayı çokluğuyla veya fiziki kuvvet yoğunluğuyla ol-mamıştır. Zaferler takva ile, ihlas ile gerçekleşmiştir. Bu yüzden hepimiz nefis şeyta-nını yenebilmek için cihad ve cemiyet hizmetlerinin yanında zikir ve nafile ibadetlere de vakit ayıra bilmeliyiz. Ayıracağımız bu manevi vakitlerin verimliliği de bir manevi öndere bağlanmakla, yani intisap etmekle mümkündür. Böyle olmadıkça biaşarlı ol-mamız biraz güçtür.
Aslında gerçek tasavvuf insanın kalbine yönelik olmakla birlikte cemaatin ve ce-miyetin kalbine de yöneliktir. Cemiyet hizmetleri, sosyal faaliyetler, Allah ve Resulü için bir şeyler yapabilmenin çırpınışları, Allah için sevgi ve Allah için buğz, Emr-i bi’l –mağruf ve’n neyh-i ani’lümünker hep tasavvufi hayatın faaliyet sınırlarıdır.
İSLAM: Verdiğiniz bu çok değerli bilgiler için teşekkür ediyoruz hocam. Allah razı olsun.
M. Emin ER: Allah sizlerden de razı olsun ve hepimizi;kendimize, cemaat ve ce-miyete faydalı işler yapmaya memur kılsın Rabbimiz.
islam dergisi 1984

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir