Ben Suriye’den gelecek bir gurupla oraya gitmeyi beklerken, Siirt Tillo’dan iki sünnetçi geldi. Ben onlara da durumumu anlattım. Bana dediler ki:
-Metina dağında, Tahvik Köyünde Molla Hasan isimli büyük bir alim var. Talebeleri de var. Arapça ders de veriyor, oraya git.
Ben de misafir kaldığım evden izin alarak o köye gittim. Akşam ile yatsı arası, köye vardım. Hocayı buldum. Hoca kılık kıyafetime bakınca beni bir memur zannetti. Bana;
-Atın nerede? Söyle çocuklar bağlasınlar, dedi.
-Benim atım yok, okumaya geldim, dedim.
Beni baştan aşağı süzdükten sonra
-İlim yolu meşakkat, zorluk, çile yoludur, dedi.
-Olsun, dedim.
-Sen Hanefi misin? Şafi misin?
-Hanefiyim, dedim.
Hoca Şafii idi. Fakat konuşmasına devamla;
-Yanımda Mülteka diye bir Hanefi kitabı var getireyim, dedi. Ardından kitaptan bazı şeyler okuyup bana sordu. Cevap verdim.
-Okuyacağına aklım kesiyor, dedi
Multeka kitabından bana ders verirken Şafi mezhebine muhalif yerleri görünce hayrette kaldı.
Ben o yerleri kendisine izah ettim. Talebelerine seslenerek sitem etti:
-Siz senelerden beri okuyorsunuz, bu genç kadar mezhebinizi bilmiyorsunuz. Aklım keser bu okuyabilir.
O zamanlar bir medresede, köy ortamında bir camide kalmak için yeme içme büyük bir mesele idi. Köylerde bulunan insanlar kaç kişiye bakacaklarını hocaya söyler, hoca da ona göre talebe kabul ederdi. Hasan Hoca bana ders vermek istiyordu ama “Ratibe” denilen, öğrencinin yeme içmesini üstlenecek bir kimse bulunup bulunmayacağını araştırmaya koyuldu.
Şeyhmus isminde bir talebesini çağırdı.
-Tayin var mı diye sorudu. Talebe
-Geçen gün Ahmet talebe gelirse ben bir talebenin tayinini veririm demişti, dedi.
-Git iyice öğren bakalım, dedi. Talebe biraz sonra olumlu cevapla dönünce Hoca da;
İnsan psikolojisinden anlayan Hasan Hoca bir talebeye talimat verdi:
-Molla Şeyhmus, bu efendi utanır. Sen o evden kendine ratibeyi al, getir. Buna da kızım Kafiye evden getirsin.
Böylece önemli bir mesele halledilmişti. Talebelerle beraber hücreye gittik.
***
Hocam Molla Hasan el-Tahviki zamanının en büyük âlimlerindendi. Çok kuvvetli bir hafızası vardı. Ders verirken bir mesele söz konusu olduğunda talebelerini çağırır, “şu şu kitapları getirin.” Derdi. Kitap getirilirdi. Sonra şu sayfayı açın, çevirin, sayfanın şurasında bu meselenin cevabı vardır derdi.
Çok insaf ehli, mütevazı idi. Görüşlerinde katı olmazdı. Farklı düşüncelere de açıktı, onların da doğru olabileceğini ifade ederdi. Haktan asla ayrılmazdı. Fakat daha doğru gördüğü düşünceyi kabul etmekten de asla çekinmezdi.
Bir ara kendisinin irade-i cüz’iyeyeyi kabul etmediği sağda solda söylenmeye başlandı. Bu söz kendisinin de kulağına gidince şunları söyledi:
-Aslında ben cüz’i iradeyi inkar etmiyorum. Fakat bazıları bunun ne olduğunu bilmiyor. Bazı ayetlere bakarsanız, amel noktasında işler kulun elinde, bazı ayetlere bakarsanız kulun hiç etkisi yok gibi. Bunları birlikte kavramak, anlamak lazımdır.
Hocamız meseleyi bir misalle açıklamaya çalıştı:
Kâğıt kaleme demiş ki, ”yüzümü niçin karaladın? Ben bembeyazdım.”
Bunun üzerine kalem demiş ki:
-Ben ne yapayım? Ben bir kamıştım, su kenarındaydım, rüzgâr gelir ben oynardım. Bir de baktım ki biri elinde bıçakla geldi. Beni kesti bıraktı.
Bıçağa sorulur:
-Sen bunu niçin kestin?
Bıçak cevap verir:
-Ben ne yapayım. Ben bir demirdim, hatta önce yer altındaydım. Beni çıkardılar, ateşe attılar, dövdüler, şekil verdiler. Bu kamışı kestiysem de suç parmaklarındır.
Parmaklara denildi ki:
-Siz niçin bunu yaptınız?
O da cevap verdi:
-Ben bir memurum, bir şey yapamam ki!… Kalpten böyle emir aldım.
Kalbe sorulduğunda ise o da kendisini şöyle savunuyor:
-Bana da böyle yapmam emredildi.
İşte burada Cenab-ı Hakk’ın isteği devreye giriyor. Ben cüz’i ihtiyarı böyle anlatınca, bunu inkâr etmemle suçlanıyorum.
Hocam imamlık yapmaz, çalışırdı. Kendisi bana, dikiş yapabildiğini, saat tamir edebildiğini, evlerin damını onarabildiğini ve daha pek çok iş yapabildiğini, elinin emeğiyle geçinmesinin hoş olduğunu, bir tek keçe yapmayı bilmediğini, onu da bir defa görse öğreneceğini ifade etmişti.
İşte böyle bir zekâya, kabiliyete, anlayışa sahipti, ilk hocamız o idi…
MEDRESENİN HALİ
Medresenin duvarları adam boyu siyah taşlardan örülüydü. Aralarında yer yer delikler vardı. Gittiğimizde mevsim kış idi. Isınmak için odun yakıyorlardı. Hücrede baca yoktu. Ateş yanınca oda dumanla doluyordu.
İlk zamanlar, gözlerim yanmaya başlar, yaşlar su gibi akardı.
Diğer talebeler alışkın olduklarından dolayı umurlarında değildi. Okumaya olan merakımdan dolayı o izdihamlar bana da hiç geliyordu. Ben de kısa zamanda alıştım.
Hocam bana Mülteka kitabından ders vermeye başladı. Bir hafta sonra talebelerin volta atarak bir şeyler mırıldandıklarını gördüm. Ne yaptıklarını sorunca Nahv ilmini okuyup ezberlediklerini söylediler. Onlarla aynı dersleri okumak istediğimi hocama söyledim. Hocam da kabul etti.
Emsile kitabından başladık. Beş günde bu kitabı ezberledim.
Bina, İzzi, Maksud kitaplarını okudum. Bende Emsile’nin Türkçe tercümesi vardı. Ondan istifade edip okuduğumuz kitaptaki bazı yanlışları düzeltiyordum. Diğer talebeler hocama;
-Hocam, senin bu taleben daha yeni ders almaya başladığı halde kitapta geçen yanlışları bilip düzeltebiliyor, diyerek şaşkınlıklarını ifade ediyorlardı.
Bu dört kitabı bir buçuk ayda bitirdim. Hem de hepsini ezberledim. Bu kitapları birinci gün 50, ertesi gün 30, diğer günlerde ise birer defa tekrar ederdim.
Hocam bir müddet sonra Tahvik köyünden Diyarbakır’a nakil oldu. Hocamın gittiği yerde de bu işi devam ettirecek ortam yoktu.
Ben böylece hocasız kaldım.
Medreseleriyle ünlü, ilim ve tasavvuf merkezlerinden Siirt-Tillo’ya gittim. Ancak orada da beklediğim ortamı kaybolmuş olarak buldum.
Buraya gelen bir Vali, tüm tekke ve medreseleri kapatmıştı. Hiçbir şekilde göz açtırmıyordu. “Devlet ve jandarma korkusundan medrese usulü ders veren yoktur.” dediler. Oradan ayrılıp Diyarbakır’a döndüm.
Ek
el-ـüstâz el-âlim el-âmil el-müftî Molla Hasan el-Tahvîkî: Mardine bağlı Derik müftüsü idi. Sarf iliminde hocası olmuştur. Molla Hasan’ı mustakil bir yazımızda tanıtmıştık.
https://muhammedeminer.net.tr/2024/03/29/hocalarindan-molla-hasan-taviki/