HATIRALARIM 10- İlk Hacım

Kayın validem:

-Diyarbakır’da bir evim vardı satmıştım. Parası ile Hacca gitmek istemiştim. Fakat mahremlerim olmadığından gidemedim, dedi.

Kuyumcuya giderek o parayı altına çevirmek istedik. Sarraflar “bu para geçmez, tedavülden kalkmış” dediler. Sonra ucuz bir fiyatla bankaya parayı verdik. Bankadan aldığımızı altına çevirdik. Reşat altınının bazısını 34, bazısını 35 liradan aldık. Tam 70 Reşat altını aldık, biraz da paramız arttı. Bu parayla hacca gitmek üzere hazırlığa başladık. Bu arada baldızımın kocası gelini istedi. Biz de onlara

-Haca gidiyoruz. Siz eve sahip çıkın. Döndüğümüzde veririz dedik. Kabul ettiler.

HAC YOLCULUĞU

1947 yılının Ramazan Bayramını yaptıktan sonra Suriye’ye giderek, daha önce görüştüğüm Şeyhin oğlu Mehmet İsa ile irtibat kurduk. O bize Suriye nüfus kâğıtları temin etti. Suriye nüfus kağıdını getirdiler. Resmini çıkarıp bizim resmimizi yapıştırdılar. Bir muhtar da mührünü bastı. Mühür zaten okunmuyordu. Böylece biz Suriyeli olmuş olduk. Bununla Şam’a gidip pasaport çıkardık. 33 gün pasaport bekledik. Pasaportlarımızı aldıktan sonra Beyrut’a gittik. Yollar pek yoktu. Bazı insanlar deve kervanlarına yazıldılar. Biz de vapurla gitmeye karar verdik.

Oradan vapurla Suudi Arabistan’a gidecektik. Bir hafta vapur bekledik. Bir hafta sonra vapur gelince 1100 liraya bilet alıp bindik. Altı gün altı gece süren vapur yolculuğundan sonra Cidde’ye ulaştık.

Cidde’de bizi karantinaya aldılar, Mısır’da su aldınız orada hastalık var diye. Üç gün bizi gemiden çıkarmadılar. Bizde hastalık olmadığına kanaat getirince vapurdan inmemize izin verildi. Hacılar için Sultan Abdulhamid’in yaptırdığı konaklama yerine bizi yerleştirdiler. Yerde serili kuru hasırlar vardı. Su da acı idi. Karasinekler her şeyin üzerini kaplamıştı. Meyvelerin üzerini sinekler kaplamış, meyveler gözükmüyor. Suudiler çok fakirdi. Cidde’den karayoluyla Mekke’ye gittik.

Kâbe’de tavaf alanı çok dardı. Üç metre bile geniş değildi. Çok defa öğle namazını beytin gölgesinde kılardık. Tavaf mahalli üzeri küçük ampullerle donanmış bir ip ile çevriliydi. Başka aydınlatma yoktu. Makam-ı İbrahim’in üstünde kubbe vardı. Kâbe’ye çok yakındı. Zemzem kuyusu da onun kenarındaydı. Şimdiki yerde değildi. Zemzem ile Makam-ı İbrahim arasında köprü gibi bir geçit vardı. Hacılar altından geçer Hacer’ül-Esved’e giderlerdi. Buraya “Bab-u Şeybe” denirdi. Zemzem kuyusu üzerinde de İmam-ı Şafii’nin makamı vardı. O zaman müezzinler burada kalır ezan okurlardı. Diğer üç imamlar için direkler üzerinde Kâbe’nin dört tarafında yer hazırlanmıştı. Alt tarafında hacılar namaz kılarlardı. Zemzem kuyusundaki İmam-ı Şafii makamı altında musluklar vardı. Kuyudan su çekilir buraya dökülür, susayan gider bardağını doldurur içerdi. Bugünkü gibi kalabalık değildi. Suyun tadı da o zaman başka idi. Şimdiki gibi değildi. Şimdi değiştirilmiştir. O zaman sadece bir küçük binada birkaç tane tuvaleti vardı. Fakat tıkanıp kapılara kadar 8-10 cm su ile dolduğundan yaklaşılamıyordu. Hacılar ibriklerini doldurur yakın binaların arka taraflarında tuvalet ihtiyaçlarını görürlerdi.

Safa-Merve o zaman çarşı idi. Sağda solda dükkânlar vardı. İnsan Safa’dan Merve’ye giderken bir dereye iner, birde yokuşa çıkardı. O zaman hacılar mecburi olarak “mutavvif” denilen rehberin yanında olurlardı. Hacılar bu rehbere 15 riyal verirlerdi. Onun evinde kalırlar Arafat’ta da onun çadırında bulunurlardı. Su ihtiyaçlarını rehber temin ederdi. Bazen bu parayı vermeyenler bile çıkardı. Bunun üzerine Mutavvıf hacılara yemin ettirir;

-Kimin parası yoksa ondan para almayacağım, hatta ona yol parası bile vereceğim, derdi. Buna rağmen para vermemek için yalan yere yemin eden hacılar da olurdu.

Arafat’a gitmeden önce bir gece Mina’da kalınırdı. Şam’dan arabayla gelenler, araba ile deve ile gidenler deve ile Arafat’a giderlerdi. Mina ve Arafat’ta Zübeyde suyu denilen içilecek su vardı.

Hacılar sayıca az olduğundan Cebelurahme eteklerinde kalırlardı. Diğer yerler hep boş kalırdı. Türkiye’de otuz dört liradan aldığımız Reşat altını orada kırk beş riyale verildi. Türk parası o zaman değerli idi. Tuhfat-ü İbn-i Hacer adlı kitabı yirmi beş riyale aldım.

Hac yaptıktan sonra oradan kamyonla Medine’ye döndük. Üç gün üç gecede Medine’ye yetiştik. Yollar kötü ve kumdu. Bazı arkadaşlar deve ile gittiler. Çok zorluk gördüler. Deve ile gittiklerine pişman oldular.

Bir gün Medine’de kaldıktan sonra

-Vapur gidiyor, haydi Cidde’ye dönelim, denildi.

İçimizde bir kişi ikinci hacca gelmişti. İki kere hacca gelenler parmakla gösterilirdi. O itiraz etti:

-Yalan söylüyorlar gitmeyelim. Burada sekiz günümüzü tamamlayalım, dedi.

O zaman mutavvıflarla beraber ziyaret edilirdi. Sanki bir şartmış gibi peygamberin ziyaretine onlar da gelir dua okurlardı. Hac yapmak çok eziyetli olduğundan mutavvıf duasında “tekrar hacca gelmeyi nasip et” deyince ben “âmin” demiyordum. Bize; “memleketinize gittiğinizde haccın zor olduğunu söylemeyin. Hacca gelmeleri hususunda halkınızı teşvik edin.” derlerdi. Derik Belediye başkanının annesi vardı adı Emine’ydi. Çok dindar bir kadındı. O ikinci kez gelmişti. Bir de başka birisi vardı.

Suudi halkı o zaman çok fakir olduğundan hacıların çok olmasını isterlerdi. Türkiye’nin birçok ilinden hacca gelen hiç yoktu. Bursa ilinden de tek bir kişi gelen vardı. En çok hacı Mardin’den gelmişti. Mutavvıf sadece ona rehberlik yapıyordu. Sultan Abdulhamid, Türkiye’nin her iline ayrı bir mutavvıf tayin etmişti. Sekiz günümüzü Medine’de tamamladıktan sonra Cidde’ye döndük. Henüz vapur gelmemişti. Bir iki gün vapur bekledik. Nihayet vapur geldi bindik.

Beyruta gittik. Orada Suriye nüfus kâğıdı taşıyanlar indiler. Biz de indik. Vapur inmeyenleri İskenderun veya İzmir’e getirdi. Biz Beyrut’tan kamyonlarla önce Şam’a, Halep’e ve sonra Derbesi köyüne gittik. Burası hudutta bir köydü. Hacılara çok kıymet veriyorlardı. Hudut kapısındaki görevliler de:

-Bunlar hacıdır geçsinler, diye kolaylık gösterirlerdi.

Bu sebeple bazı hacı olmayan şahıslar hacılara karışır hududu geçerlerdi. Sınırı geçmemize müsaade edilmesi için sınır kapısındaki karakola gidilerek görevlilerle görüşüldü. Bir miktar da para verildi. Bunun üzerine sınırı geçmek için sınır kapı karakoluna gittik. Daha önce görüşülüp para verildiği için ses çıkarmadılar, “geçin” dediler. Biz de sınırı geçip Türkiye topraklarına girdik. Biraz yol aldıktan sonra bir dereye indik. Aniden dört-beş jandarma sövüp sayarak karşımıza çıktılar.

-Hac yasak olduğu halde siz kaçak olarak hacca gidenlerdensiniz. Sizi tutuklayıp yetkililere teslim edeceğiz, dediler.

Karakoldan izin alıp sınırı öyle geçtiğimizi söyledikse de kabul etmediler.

-Biz o karakolun askerleri değiliz, deyip bizi sıkıştırdılar.

Mecburen onlara da bir miktar para verdik. Parayı alınca bizi serbest bıraktılar. Yolumuza devam edip evimize ulaştık. Toplam yolculuğumuz üç aydan fazla sürmüştü. Bu arada almış olduğum kitapları getiremediğimden Suriye’de bıraktım. Bir sene sonra Suriye’ye gittim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir