ADANA’YA GELİŞ
Belki okumak imkânı bulurum diye Suriye’ye gitmeye karar verdim. Harçlık yapmak için bağlarımı satmak istedim. Almak isteyenler mahkemeye başvurdular. Hâkim onlara bu çocuktur onun malını alamazsınız diye cevap verdi. Harçlıksız olarak yola çıktım.
Önce Suruç’a geldim. Evlerinin çatısı kubbe şeklindeydi. Sonra Birecik’e geldim. O zaman köprü yapılmamıştı. Kayıkla karşıya geçtim. Nizip’e oradan da Antep’e geldim. Çoğunlukla yaya yürüyerek, Antep’e 6 günde vardım.
Ne yaptımsa fırsat bulup hududu geçemedim. Bunun üzerine Adana’da bulunan akrabalarımın yanına gitmeye karar verdim ve 12 günlük yaya yolculuktan sonra Adana’ya vardım. Oradaki akrabalarımdan 80 yaşlarındaki Zaza Hasan Efendiye misafir oldum.
Bana banyo yaptırdı. Üstümü başımı yıkattı. Bana:
-Sen hoş geldin, safalar getirdin. Benim yanımda dilediğin kadar misafir olarak kalabilirsin. Ancak buralarda her hangi bir işte çalışman ailemize yakışmaz. Bizim ailenin fertleri, buralarda, başkalarının emrinde çalışamaz. Eğer böyle bir şey düşünüyorsan, seni derhal geri gönderirim, dedi.
Ben edeben kendisiyle tartışmadım. Bana
- Babanın katili dayın Cemil’i öldürdün mü? Öldürdüysen seni korur ve kurtarırım.
- Hayır öldürmedim.
- Öyleyse onu öldürmen için seni geri göndermeliyim.
Ancak o, benim Adana’da kalarak, çalışmak istediğimi anlamıştı. Ve bir müddet sonra beni memlekete göndermek istedi.
Kendisiyle birlikte çarşıda yürürken, bir sokakta kendimi ondan gizleyip saklandım. Akrabalarımın ve tanıdıklarımın olmadığı bir semte gittim. Yusuf adında Palu’lu bir kişi ile görüştüm. Bana koyunlarına çoban olmamı teklif etti, ben de kabul ederek yanında kaldım.
Tam iki sene koyunlarına çobanlık yaptım. Ancak orada kalıcı olmadım. Benim niyetimde hep okumak vardı. Orada çobanlık yapmak, tarla işlerine yardımcı olmak beni tatmin etmiyordu.
İSTANBUL VE BURSA GÜNLERİ
Ancak içimdeki okuma isteği bir türlü sönmüyordu. Bursa’da hapis yatmış bir akrabamın yanına gitmeye karar verdim. Mersin’e gidip İnebolu vapuruyla yola çıktım. 6 günlük yolculuktan sonra, İstanbul’a vardım. Yaşım küçüktü. İstanbul’da tanıdık kimsem de yoktu. İlk defa İstanbul’a geliyordum. Zaten o günkü şartlarda böyle bir işe kalkışmak çok cesaret isteyen bir işti.
Allah’ın takdiri, İstanbul’da ne okuyacak bir yer ne de çalışacak bir iş bulabildim. Adana’da iken biriktirdiğim harçlıklar da azalmaya başladı ve elimde avucumda bir şey kalmadı. Yaşım da küçük olduğu için fabrikalarda beni işe almadılar.
Artık İstanbul’dan ayrılma zamanı gelmişti benim için. Yaya olarak körfezi dolaşarak Bursa’ya gitmek istedim. Kadıköy’e gittim. O zaman küçük bir köydü. Bir de Kartal köyü vardı. Aralarında hiç ev falan yoktu. Kartal’a kadar yaya gittim. Körfezi dolaşmayı gözüm kesmedi, tekrar İstanbul’a döndüm. Eminönü’nde, Yalova’ya giden vapura bindim. Vapur hareket ettikten sonra para istediler ‘yok’ dedim. Bilet parası 61 kuruştu. Üstümü aradılar, hiçbir şey bulamayınca para istemekten vazgeçtiler.
Bilet işinden kurtuldum ama açlıktan perişan durumdaydım. Tam 48 saat aç kalmıştım. Yalova’dan Bursa’ya doğru yola koyuldum. Allah kimseyi tamamen çaresiz bırakmaz. Yolda iki kişiye rastladım. Bunlarla tanışıp konuştuk. Beni tanımaya çalıştılar ve durumumu anladılar.
Salih adlı birisi bana teklifte bulundu:
-Bize hizmet edecek biri lazım, madem ki gidecek bir yerin de yok, gel bizim yanımızda çalış. Ne iş verirsek onu yaparsın, yıllık ücretin de 60 lira olsun.
Ben de, bunu Allah’ın bir lütfü olarak bildim ve kabul ettim ve çalışmaya başladım.
Bazen tarlada çift sürerdim, bazen odun keser, bağ bellerdim. Beni bir an bile olsun boş bırakmıyorlardı.
Zaman zaman onların sohbetlerine kulak misafiri olurdum. Yunanlılardan, onların zulümlerinden, kadınlara yaptıkları tecavüzden, hamile kadınların karınlarını yarıp çocuklarını fırınlara attığından, etini annelerine yedirdiklerinden… bahsederlerdi.
Bursa’nın kadınları hep çarşaflıydı. Evlerde haremlik selamlık tam olarak uygulanırdı.
İki yıl da burada çalıştım. Latinceyi orada iyice öğrendim. Gazeteleri her gün okuyordum.
Artık dönmek istiyordum ve ayrıldım
TEKRAR ADANA’YA DÖNÜŞ
Bir kamyonla Ankara’ya geldim önce.
Yollar çok bozuktu, kocaman kocaman çukurlar vardı.
Ankara küçüktü o zaman. Millet Meclisi yeni yapılmıştı. Oralara kimseleri bırakmıyorlardı.
Emniyet benim nüfus kâğıdımı benden aldı. Buralara nasıl geldin diye beni uzun uzun hesaba çekti. Ankara’da bir hafta kadar kaldıktan sonra Adana’ya döndüm.
Burada ben kendisine bir soru soruyorum:
-Baba, Ankara’ya gittin. Peki Atatürk’ü gördün mü?
Soruma gülerek cevap verdi.
-Nerdeeee! Bizim gibi fakir ve gariban birisi Atatürk’ü görebilir mi? O zamanlar, bizim gibi sıradan halk sıhhiyeden öteye geçemezdi. Burada polisler vardı. Bizi o tarafa geçirmezlerdi.
Daha önce beni tanıyan Çerçilili Osman Ağa beni Adana’daki çiftliğine kâtip ve vekil olarak gönderdi.
-Benim vekilimsin. Çiftliğin gelir giderlerinin hepsini yazıp gönderirsin
Diyerek köyüne yolladı. Çiftliğin gelir gideri elimden geçiyordu. Çiftliğin başında teyzesinin oğlu vardı. Bazı hileler falan yapmak istedi. Bana;
- Az işçiye karşılık çok yevmiye yazıp çiftlik sahibinden para sızdırmayı teklif etti. Fakat canım da sıkıldı.
Ben kabul etmedim. “Bu hainlik olur” dedim. Ardından Osman ağaya
-İşi bırakıyorum
-Neden? Durumu kendisine anlattım. Bunun üzerine bana şöyle söyledi:
-Sen iki defter tut. Birisini doğru, diğerini teyze oğlunun istediği gibi yap.
Bende öyle yaptım. Daha sonra Osman ağa meseleyi açıkladı. Bu olaydan sonra canım sıkıldı. İçimde burada kalmak gelmedi.