HATIRALARIM 18- Avrupa Seyahatim

Seyahat etmek, değişik ülkelere ziyaret etmek benim önceden beri arzu ettiğim bir husustu. Daha önce de belirtmiştim: Şeyh Muhammed Nurullah Efendi de benim yurd dışında vaaz ve irşad faaliyetlerine katılmamı arzu ediyordu.

Bendeki istek, Şeyh Efendi’nin arzusu ve talebelerdeki eski ilmi isteğinin olmaması yurt dışı seyahatlerimi başlatmama sebep oldu. Benim bu niyetimi duyan bazı ileri gelen kimseler toplanıp yanıma geldiler:

-Dış ülkelere seyahat yaparsan bize bağlı olan cemaatlerin yanına gitmenizi isteriz. Sizlere her türlü desteği da sağlarız. Ancak sadece bizim cemaatte kalmanız gerekir.

Ben de onlara dedim ki:

-Hayır, bütün İslamî cemaatlerin hepsini, hiçbir fark gözetmeden görmek ve ziyaret etmek isterim. Sadece bir cemaatle sınırlı kalmam.

Saatlerce bu konu üzerinde ısrar ettilerse de ben kararım üzerine sabit kaldım.

 

İLK AVRUPA SEYAHATİ

Damadım Ömer İnci Hoca, Danimarka’da görevli olarak bulunuyordu. O da uzun müddetten beri beni davet ediyordu. Ve davetine icabet ettim.

Evvela Danimarka vizesini aldım. Aktarmalı olarak dört saat süren bir yolculuktan sonra Danimarka’nın başkenti Kopenhag’a indim. Ankara’dan gitmiştim. İlk olarak orada bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı Din Müşaviri ile görüştüm. Bize ilgi ve alaka gösterdi. Büyük camide Cuma günü vaaz etmemi teklif etti. Ben de, “İslam’da Vahdet” konulu bir vaaz verdim.

Oraya geldiğimizi duyan gençler, cemaatler çevremize toplanarak sorular sordular, biz de cevaplamaya çalıştık, sohbetler yaptık. Sonra belli bir plan dâhilinde şehirleri dolaşmaya başladık. Gittiğimiz şehirlerde, değişik gurupların, cemaat ve hiziplerin camilerine uğruyor, derneklerine ziyarette bulunuyorduk. Arap olsun, Pakistan, İran veya Türkiye’den olsun hiçbir ayırım yapmadan mümkün mertebe gidebildiğimiz kadar İslami kuruluşlara uğruyor, tüm Müslümanlarla görüşmeye çalışıyorduk.

Onlar bazı görüş ayrılıklarından dolayı, farklı mekânlarda, farklı anlayışlarla hizmet yapsalar da, gerek Milli Görüş Teşkilatlarına, gerek Diyanet, Süleyman Efendi’nin talebeleri, Cemaleddin Kaplan veya diğer Türk teşkilatlarına gidiyor, sohbetlerde bulunuyordum. Beni orada ağırlayan, misafir eden herkesten Allah razı olsun.

ŞEHİR GEZİNTİLERİ

Benimle beraber bulunan, bana yardımcı olan gençler, beni değişik şehirlere götürdüler. Oralarda sohbetler yaptım, konferanslar verdim. Gençlere akide dersleri verdim. Bir zamanlar başkent olan bir şehir vardı. Burada yerli imalatları olan dokuz katlı gemiye bindik. Güvertesine çıkıp denizi seyretmek istedim. Fakat güvertede güneşlenen mayolu çıplak insanları görünce nefret edip geri döndüm.

Benimle beraber olan arkadaşlar gemi sahibinden anahtar alıp beni özel bir bölüme götürdüler. Tek kişilik bir oda idi. İçinde; bir karyola, büyük bir ayna, banyo, tuvalet, hepsi mevcuttu. Banyo yaptım. Bir müddet karyolada yattım. Üç saat sonra kapıyı çaldılar, baktım ki bir adaya varmışız.

Gemiden indik, gençlerin sohbet yerine gittik. “Burasını bize belediye verdi” dediler. Belediye gençlerin kötü yerlere gitmeyip böyle mekânlarda toplanıp sohbetler etmelerini istediği için talep halinde onlara yer veriyormuş, bu yeri de o şekilde vermiş. Orada çalışan insanlar etrafımıza toplandılar. Diyanet Camisinde konuşmamı istediler. Orada da herkese vaaz ettirmiyorlar. Bu sebeple Kopenhag’daki müşavire telefon edip vaaz etmem için izin istediler. Daha önce müşavir ile tanışmıştım. İzin verdi, vaaz ettim. O gece orada misafir kaldım. Ertesi gün gemi ile geri döndüm. Başka bir şehre gittim.

Oradaki insanların dinlerine göre nikâh kıyıp evlenenleri nüfusun % 20’sini ancak bulur. Diğer evlilikler gayri meşru yolladır. Bu gayrı meşru evliliklerin çocuklarını devlet besliyor. Okula gönderiyor. Başkalarına veriyor. Anne babaları belirsizdir. Anne babası belli olan çok azdır. Aralarında bir hürmet, saygı da yoktur. On seneden beri görmediği babasını çarşıda görse eve gidelim teklifinde bulunmazlar.

Bayanların açıklıkları diğer Avrupa ülkelerinden daha ziyade idi. Milli bayramlarını gördüm. Bayanların başında köylü kadınların kullandığı taç gibi büyük sargılar vardı. Fistanları yere kadardı.

TRENDEKİ İKİ YAŞLI BAYAN

Başka bir şehre giderken, trenle gittik. Trenler çok hızlı, konforlu ve rahattır. Onun için yolculukta treni tercih ederler. Memleketlerinde çok yeşillik vardır. Fakat sığır, koyun gibi davara hiç rastlamadım. Sordum:

-Çok ot olmakla beraber neden hiçbir hayvan görünmüyor? Dediler ki:

-Bu otlar adi otlardır. Hayvanlarına daha özel, ayrı otlar verirler. O otlar daha besleyicidir. Onlarla beslenen hayvanlar daha ziyade süt verirler, daha ziyade etlenirler. Onun için bu otlaklarda hayvan bulunmaz!..

Trenle giderken iki yaşlı bayan karşımda oturdu. Onlara soru sormak istediğimi, cevap verip vermeyeceklerini sormasını bana rehberlik ve tercümanlık yapan, Milli Görüşten Bayram Bey’e söyledim. Tercüman sordu.

-Evet, cevap veririz, dediler. Ben sordum, onlar cevapladı:

-Kaç yaşlarındasınız.

-Ben 80 yaşındayım. Yanımdaki arkadaşım da 83 yaşındadır.

-Kaç torununuz var?

İki parmağı ile işaret ederek;

-İki torunum var. (Oysa 83 yaşında bir Müslüman hanımın ise torunu 50’yi geçerdi.)

-Ahirete inanıyor musunuz?

-Hayır.

-Size gençliğinizde, papaz Cennet’in, Cehennem’in var olduğunu söylemedi mi?

-Söyledi fakat biz ikna olmadık.

Bir iki soru daha sorup, konuşmamızı sona erdirdik. Daha başka yerde resmi bir belge verdiler ki 33 senede 800 bin nüfus artışı olmuş o memlekette.

 

ALMANYA’YA DOĞRU

Orada iken tarikata intisap edenler çok oldu. Almanya’dan bizi davet ettiler.

-Almanya vize vermiyor yabancılara, dedik.

Bunun üzerine bir yazı gönderdiler.

-Eğer buna rağmen vize vermezlerse, biz kendimiz geliriz, dediler.

O yazıyı konsolosluğa götürdüler. Vize verildi. Almanya’ya gitmeden önce otobüs ve vapurla İsveç’e gittim. Bana denizi göstererek;

-Bu deniz kışın donar, devlet, bu buzları kırar, gemiler öyle işler, dediler.

İsveç’in yolları çok geniş ve temizdi. İnsanları azdı. Beni bir parka götürdüler. Parkta çeşit çeşit çiçekler vardı. Öyle düzenli idiler ki sanki renkli halılar sermişlerdi. Cumhurbaşkanı bu parka gelir, gezer dolaşır dediler.

Bir kibrit çöpünü bile yere atmak yasaktı. Çöp kutularına atılırdı. Bu memlekette, güneş doğduğu cihetten öğlene kadar gelebildiği yere kadar gelir öğleden sonra tekrar geri gider, doğduğu cihetten batardı.

Orada bir camiye gittim. Caminin arsası 30 dönümdü. Cami temelden camlı olarak yapılmış kadın erkek yerleri ayrı ayrı düzenlenmişti. Ayrı ayrı banyo, tuvalet ve sıcak sular da vardı. Bu memleket nüfus bakımından çok azdı. Senelerden beri artış olmadığı gibi bilakis eksilme olmuştu. Bazı yerlerden Çingeneler çocuk çalıp, bu memlekete getirip satıyorlarmış.

Nihayet oradan Almanya’ya dönmek istedim. Trenle yola çıktık. Tren bazen karadan, bazen deniz altından gidiyordu. Trende yanımda iki İsveçli genç oturuyordu. Çok nezaketli, yavaşça birbirleriyle konuşuyorlardı.

Tercümana dedim;

-Kendilerine sor, ben onlara soru sormak istiyorum, sorularıma cevap verecekler mi?

Tercüman sordu.

-Cevap veririz, dediler. Ben onlara da sordum:

-Siz ahirete inanıyor musunuz?

-Hayır.

-Niçin inanmıyorsunuz.

-Bütün ne belalar gelmişse dinden gelmiştir. İşte şimdi günümüzde de Humeyni! Biz dini terk edince rahat olduk!

Gençlerin bu cevapları beni üzdü. Onlara; insanların kavga, savaş ortamını dinin, Hak dinin değil, batıl dinlerin veya bağnaz, sapık insanların oluşturduğunu, ayrıca belli bir dine inanmayan insanların da pekâlâ savaş yaptıklarını ve savaşların siyasi, ekonomik, kültürel ve diğer sebeplerinin olduğunu belirttik. Kendilerine Allah’tan hidayet diledim.

Almanya’ya vardığımızda polisler trene girip arama yaptılar. Milli Görüş Teşkilatından Ahmet Seferoğlu Hoca ve arkadaşları bizi karşılamaya gelmişlerdi. Almanya’nın doğu taraflarında büyük bir şehre gittik. Oradan da etraftaki çeşitli şehirleri dolaştık. Konuşmalar, sohbetler yaptık. Bantlar doldurduk. Almanya’da yirmi gün kadar kaldım. Bu süre zarfında, âdetim üzere tüm cemaatlere ziyaret ettim, Müslüman grupların camilerine gittim.

Ancak ben şunu görüyordum: Benim bu ziyaretlerim bazı cemaatleri rahatsız ediyordu. Hangi grubun yanına gittiysem istediler ki; onların yanında kalayım, başka gruplarla görüşmeyeyim. Fakat ben bu anlayışta değildim. Ben, tüm Müslüman cemaat ve teşekkülleri ziyaret ederek, çalışmaları hakkında bilgi alarak, aralarında sevgi, muhabbet ve vahdet oluşması için fikirler veriyordum.

 

LONDRA’DAKİ KONFERANS

Köln’de bulunduğum bir sırada, 6-9 Ağustos 1986 tarihleri arasında, Londra’da İslamî bir konferansın tertiplendiği bana söylendi. Ve beni de davet ettiler, ben de kabul ettim. Üniversite yurtlarını kiralamışlardı. Gelen misafirleri buralarda ağırlıyorlardı. Masrafları konferansı tertipleyenler karşılıyordu.

Konferansın konusu; “Sömürgecilik Döneminde Müslümanların Siyasi Düşünceleri” idi. Londra İslami Araştırma ve Planlama Enstitüsü’nün tertip ettiği bu konferansa, dünyanın dört bir yanından, İslam âlimleri, araştırmacılar, yazarlar, İslami çalışmalarda bulunanlar, siyasetçiler ve cemaat mensupları katılmaktaydı.

Görüştüğüm Mısırlılar, devletten çok eziyet gördüklerini, rutubetli, akrepli, zehirli böceklerle dolu hapishanelere atıldıklarından bahsettiler. Sudanlılar da; İngiltere sömürgesi iken dedelerinin, İngilizler tarafından “sizi işe gönderiyoruz” diye kandırılıp, Amerika’ya köle olarak satıldıklarını söylediler.

Dört gün süren konferansta pek çok konu ele alındı, bildiriler sunuldu. Bana da konuşma hakkı verdiler. Konuşmamı istediler. Konferansı düzenleyen Pakistanlı Muhammed Sıddık bana yapacağım konuşmanın konusunu sordu. “Takva ile Sabır konusunda konuşacağım” dedim.

-Yoksa sabır ve takva hakkında mı?

-Hayır, Cenab-ı Hakkın esmalarında sabır sondadır. Ayrıca Allah “Vetevasav bil-hakkı, vetevasav bis-sabr” demiştir. Sabrı sona zikretmiştir. Onun için tebliğim; “Takva ve Sabır” konusunda olacaktır.

Bu açıklamam üzerine, “tamam” dediler.

Konuşmayı yaptım. Bir hafta sonra bu konferansın sonuçları ve yaptığı tesir ve faydaları ile ilgili iki sayfa kadar bir yazı dağıttılar. Ben de bu yazıyı İslam Mecmuası’na gönderdim. Çünkü o zaman İslam Mecmuası’nda bazı yazılarım çıkıyordu.

Konferans bittikten sonra, orada bulunan Müslümanlar bizi misafir ettiler. Büyük bir bahçeye götürdüler. Orası büyük bir parktı. Çeşit çeşit insanlar o bahçede muayyen günlerde istediklerini konuşabiliyorlardı. Devlet aleyhinde dahi!..

Birisi çıkmış Humeyni aleyhinde konuşuyor. Başka bir yerde ise lehinde konuşan vardı. Bir kadın da bir kürsüde etrafında toplanan kadınlara fuhşiyatı anlatıyordu. Bizim arkadaşlarımızdan bir Arap da kürsüye çıktı ve yüksek sesle ezan okudu. İslamiyet’in fazileti hakkında konuştu. Daha sonra Firavun’un bulunduğu müzeye beni götürdüler. Müzede çeşitli heykeller vardı. Camekân içinde saygı duruşunda durur gibi idiler. Firavun da etrafında demir parmaklıklar olan bir mekânda sanki secdede gibi! Fakat köpeklerin ayaklarını öne uzatıp başını üstüne koyar gibi bir durumda, hakir bir şekilde idi. Meşhur Firavun olduğuna delil, mumyasız oluşu idi. Diğer cesetler mumyalı idi. Allah bilir.

Bazı camileri de gezdirdiler. Daha sonra tekrar Almanya’ya döndüm.

 

FRANSA’YA GİDİŞ

Fransa’ya gitmek istedim.

-Vize almak çok müşkül. Belki vize alma işi bir buçuk ay bile sürebilir, dediler.

Ben de dört kişi ile beraber, Fransa’dan gelen bir arabaya binip vize almadan Fransa’ya doğru yola çıktım. Fransa’ya sınırına gelince dört kişi pasaportunu karakola götürdüler. Ben arabadan çıkmadım. Karakol ne yaptı ise bilmiyorum, ne beni ne de pasaportumu sordular. Giden dört kişi dönüp geldiler. Biz yola devam edip gittik. Onlarda birkaç gün misafir kaldım. Çeşitli gruplar gelip sorular sordular. Çeşitli camilere de gittik. Daha sonra onlarla beraber başka bir şehre gittik.

Yolda giderken bazı yerler gösterdiler. “Osmanlıların geldiği yerler” dediler. Osmanlıca isimlerini söylediler. Osmanlılar burada iken çoklarının korkudan yollarını değiştirdiklerinden bahsettiler. Bazı şehirleri de bana gösterdiler. Buraların Almanya’ya ait olduğu ancak harp zamanında İngilizlere geçtiğini söylediler. Hatta bazı ihtiyarlar var ki Fransızca bilmiyorlar Almanca konuşuyorlar, dediler.

Hülasa bilet alıp trene bindim. Paris’e gittim. İstasyonda beni karşıladılar, misafir ettiler. Orada da sohbetler, konuşmalar, ders vermeler oldu. Çeşitli gruplarla görüştüm. Osmanlılara ait geniş bir arazi varmış. O arazi üzerinde bir cami yapmışlardı. Camiden ziyade konferans salonu vb. mekânlar da düzenlemişlerdi.

Fransa’da sohbete gelenlere akide konusunu işleyip ders verdim. Süleyman Efendi Talebesi kardeşlerimizin de oradaki medreselerine gidip, onları da ziyaret ettim. Burada Kur’an okuyan epey çocuk vardı. Okuyuşlarını dinledim. Güzel Kur’an okuyorlardı. Özel bir elifbaları vardı.

Paris’in yeni yerleşim yerlerine gitmedim. Eski yerleşim yerleri çok dardı. Kiliseleri boş, müşteri bulduklarında satarlardı. Halkın kiliseye ilgisi pey yoktu. Daha sonra başka bir iki şehre daha gittim.

Tekrar Almanya’ya dönmek istedim. Dört arkadaş pasaport kontrolü için karakola gittiler. Daha varmadan karakoldan işaret ettiler ki “gelmeyin geçin” dediler. Hiçbir kontrol olmadan geçip Almanya’ya döndük. Böyle kolaylıkla geçmemize, gidip gelmemize herkes hayret etti. Malum pasaportumuzda vizemiz yoktu!

Belçika

Almanya’dan Belçika’ya geçtim. Orada büyük bir cami vardı. Bu camiyi gezdik, namaz kıldık. Merhum Faysal yaptırmıştı.

Belçika’dan da Hollanda’ya geçtim. Avrupa’nın diğer yerlerinden ziyade sığırlar gördüm burada. Tavlı, semiz hayvanlardı. Çayırda yayılıyorlardı. Avrupa şehirlerine nispeten Belçika ve Hollanda şehirlerinde, şehir temizliği çok iyi değildi. Biraz Türkiye’yi hatırlatıyordu bu yönden.

Orada cami olarak kullanılan eski bir kiliseyi Diyanet satın almış, camiye çevirmişti. Caminin dükkânları ve lojmanı vardı. O camiye gittim. Hıristiyanlara göre bu kilise mukaddes sayılıyordu. Bu bakımdan bazı papazların, satılıp cami olduktan sonra da gelip burada dinlerine göre dualar yaptıkları bana söylendi. Başlangıçta buna izin veren Müslümanlar, ölçünün kaçtığını görünce itiraz etmişler, onların bu hareketlerine rıza göstermemişler. Ve maalesef mahkemelik bir durum olmuş. Neticede Müslümanlar mahkemeyi kazanmışlar. Ondan sonra onların din adamları ve cemaatleri gelip caminin dış tarafında el kaldırıp dua etmeye başlamışlar. Çünkü içeri girmeleri mahkeme kararıyla yasaklanmış.

Uğradığımız bir şehirde Nur Talebesi kardeşlerimizin asri bir dershaneleri vardı. Orayı da ziyaret ettim.

-İhlas suresinde bir müşkülümüz var, bize açıklar mısınız? dediler. (Üstadın ibaresinde) Kendilerine mana ettim. Teşekkür ettiler.

Bu şehirde de Mescid’ül-Aksa isimli büyük, güzel bir mescit vardı. Onu da ziyaret ettim. Mihrabı Türkiye’den getirilmişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir